Bolşeviklerin genç, cahil ve/veya lümpen kesimleri örgütlediği doğru değildir. Birçok tarihçinin ortaya koyduğu veriler, Bolşeviklerin esas kitlesinin manipülasyona açık cahil kitleler değil, işçi sınıfının en vasıflı, en okuryazar, en kentli, hattâ Viborg ilçesindeki metal işçilerinde olduğu gibi en yüksek ücret alan katmanları olduğunu gösteriyor

“Cahil kitleler, kurnaz Bolşevikler”: Acıklı bir istismar hikâyesi?

Ferit Burak Aydar - Yazar, çevirmen

1917 Rusya Devrimi’nin yüzüncü yıldönümündeyiz. Ben de bu vesileyle kaleme aldığım Devrimin Rapsodisi’ni (İthaki Yayınları, Kasım 2017) bitirmeye çalışırken kitap adı altında birçok çerçöpe denk geldim. Esas sorun, derdi tarihçilik olmayıp nefret kusmak isteyenlerin yazdıklarından ziyade; Soğuk Savaş’tan kalma bu yaklaşımın birçok eli yüzü düzgün tarihçiyi de etkilemiş olmasıydı, zira devrim düşmanı kesimlerin görüşleri akademik eserlerin içinden karşıdevrimin beyaz şeridi gibi geçmektedir.

Bu şeridin adı, son yirmi yılda duymaktan bıktığımız bir kelimeyle özetleniyor: Darbe! İddiaya göre, Bolşevikler devrim değil darbe yapmıştır. Merkum tarihçilere göre, kurnaz Bolşevikler (ırkçılığı olanlar, “Yahudi dönmesi kızıllar”ı da ekliyor) guruldayan midelerini doyurmaktan başka bir şey düşünmeyen cahil kitleleri kötü emellerine alet etmişlerdir. Bolşevikler çoğunluğu yeni şehirleşmiş, hattâ köylerle bağını koparamamış, eğitim seviyesi düşük olan ve yaşadığı kötü koşullara savaşın da eklenmesiyle perperişan olmuş kitlelerin iyi niyetlerini istismar ederek iktidarı gasp etmişlerdir.

Özellikle de SSCB’nin yıkılışının ardından Bolşeviklerin tezcanlılıklarıyla Rusya’nın demokratik gelişimini engelledikleri, tarihin “doğal” gelişimini yolundan saptıran eylemleriyle yetmiş yıllık kanlı bir gecikmeye neden oldukları vs. iddiası sayısız yazar tarafından dillendirilmiştir. Lenin Şubat sonrası ortaya çıkan durumu, “dünyada savaşan ülkeler içinde şu an en özgür ülke Rusya’dır” diye nitelendirir. Lenin’in bu sözle ne kastettiği açık olsa da, sözleri Bolşeviklere düşman kesimlerce çarpıtılmıştır.

İddiaya göre, Şubat sonrasında Rusya’da gayet özgür bir sistem, “dünyadaki en demokratik rejim” kurulmuş olmasına karşın, Lenin iktidar hırsından ötürü özgürlükleri suiistimal etmiş ve nihayet Ekim’de bir diktatörlük kurmuştur!

Dolayısıyla 1917’de demokratik bir düzenin kurulamamasının gerekçesi olarak Bolşeviklerin aceleciliği ve hoşgörüsüzlüğü vurgulanmıştır. Aynı nefeste, Bolşeviklerin küçük bir azınlık olarak darbe yaptıkları da söylendiğinden, her şey bir tarafa, Bolşeviklere muazzam bir güç atfedilmektedir. Tarihi, özne olarak kitleleri hesaba katmadan, kahraman veya kötü bireylerin başarıları veya istismarları üzerinden açıklamaya çalışan yaklaşımı uzun uzadıya ele almak mantıksız olsa da, cevap vermeden kurtuluş şansı yoktur.

Darbe tezini birkaç maddeye indirgemek mümkündür: 1) Ekim Devrimi Petrograd’la sınırlı bir iktidar değişikliğiydi, ülkenin geneline yayılmamıştı; 2) Halkın katıldığı bir devrim değil, cahil ya da lümpen kesimleri seferber eden bir komploydu; 3) Bolşevikler Rusya’da sayısal anlamda mutlak çoğunluğa sahip değillerdi, olsalardı Kurucu Meclis seçimlerinden birinci çıkarlardı.

İlk iddiadan başlarsak; Ekim Devrimi’nin esasen Petrograd merkezli olduğu doğrudur. Zaten Bolşeviklerin başkentteki gücünü sorgulayan yoktur, zira ayaklanma öncesinde fabrika toplantılarında kabul edilen onlarca karar metni, işçilerin neredeyse tek bir ağızdan evet dediğini ortaya koyuyor, hattâ David Mandel aksi istikamette sadece tek bir karar alındığını söyler (The Petrograd Workers and the Soviet Seizure of Power, s. 317). Peki, ya diğer şehirler? Bu hususta çarpıtma ile kurnazlık kol kola gidiyor.

Bolşevikler sadece başkentte değil, bütün sanayi merkezlerinde ve kentlerde güçlüydü, ama kavganın düğümü Petrograd’da çözüldü.
cahil-kitleler-kurnaz-bolsevikler-acikli-bir-istismar-hikayesi-355859-1.
Fakat bu da devrimlerin ruhuna uygundur. Aynısı “herkes”in sahiplendiği Şubat Devrimi için de geçerli değil miydi? Şubat Devrimi Petrograd’ın öncülüğünde gerçekleştiği gibi, Çarlık rejiminin yıkılışı da o günkü ulaşım ve iletişim şartlarında tüm ülkeye aynı hızla yayılmadı. Ayaklanma haberi 27 Şubat’ın ilerleyen saatlerinde Moskova’ya ulaştığında Çar’ın ipi çoktan çekilmişti. Öyle ki bir devrin kapandığından ancak iki-üç hafta sonra haberdar olan yerler vardı. Troçki haklı olarak şöyle der: “Devrim, ülke nüfusunun takriben sadece yetmiş beşte birini oluşturan tek bir şehrin inisiyatifi ve gücüyle gerçekleştirildi. Denilebilir ki, bu en devasa demokratik eylem en demokratik olmayan tarzda gerçekleşti.” Ama buradan hareketle kimse çıkıp Şubat’ın meşruiyetini sorgulamamıştır, zira modern çağda, büyük şehirlerin küçük şehirlere ve kıra önderlik etmesi kaçınılmazdır.

İkinci argüman ise tam bir tahrifat ve yüzsüzlük abidesidir. Bolşeviklerin verilere dayanan örgütlülüğünü yok saydığı yetmezmiş gibi, devrimin görece kansız bir şekilde gerçekleştirilmiş olmasını da hayra yoracağına kabahat sayar. Bir defa, Bolşeviklerin genç, cahil ve/veya lümpen kesimleri örgütlediği doğru değildir. Birçok tarihçinin ortaya koyduğu veriler, Bolşeviklerin esas kitlesinin manipülasyona açık cahil kitleler değil, işçi sınıfının en vasıflı, en okuryazar, en kentli, hattâ Viborg ilçesindeki metal işçilerinde olduğu gibi en yüksek ücret alan katmanları olduğunu gösteriyor (örneğin bkz. R. Kowalski, The Russian Revolution, s. 141).

İktidarın alınma şekli de Bolşeviklerin başarı hanesine yazılmalıdır. Bolşevikler ayaklanma ve çatışmalar sırasında ezeceği veya yanına çekeceği kesimleri, doğru örgütlenme ve akıllı bir plan sayesinde, iktidarın fethinden günlerce önce kazanmayı başarmışlardı. Özellikle Garnizon Konferansı’ndaki başarılarıyla askerleri kazanarak, işçilerle askerlerin karşı karşıya gelmesini engellemişler, böylece Sovyet Kongresi toplandığında Bolşeviklere bir tek, devrimi ilan etmek kalmıştı.

Son olarak, “peki ya milli irade?” Devrim niye sandıkta kazanamadı? Aslında bu sorunun cevabı tarihte değil, sosyolojide saklıdır: Nasıl kazansın? Devrim sayısal hesaba indirgenemez; devrime, “militanlığını bırak, gel seçimlere katıl” demek, demokrasiyi sandıkta oy atmaktan ibaret gören şark kurnazlığıdır. Sermayenin maddi ve ideolojik tahakküm aygıtlarına sahip olduğu ortamda, devrimin sandıktan galip çıkmasını beklemek hayaldir. Lenin tam da buna dikkat çeker: “Zaferi, burjuvazinin yönetimi altındaki bir seçimde oy çoğunluğu sağlamakla ya da bunu kazanmanın bir koşulu yapmakla sınırlamak tam bir aptallıktır ya da işçileri aldatmaktan başka bir şey değildir.” Devrimin kitlelere dayatılamayacağı ne derece doğruysa; ilerici ve haklı bir mücadelenin içinde olan milyonların, eski azınlığı devirerek kendi projelerini hayata geçirmek için sayısal çoğunluğu beklemelerini salık vermek de o derece yanlıştır. Bolşevikler yüzde elli artı biri bulalım diye beklemeden doğru zamanda harekete geçerek, solu tarihte ilk kez mağlup, mağdur ve mahzun olmaktan kurtarmış; nihayet devrimin melankolisi değil, rapsodisi egemen olmuştur.

Zaten yüzyıldır dinmeyen nefretin sebebi de budur. Bolşevikler 80 milyon seçmenden sadece 45 milyonun ilgi gösterdiği seçimlerde 10 milyon oy almış olsalar da, Bolşeviklere destek sandıkla ölçülemeyecek kadar gerçekti. Bunun sağlaması da devrimden kısa süre sonra emperyalist güçlerin desteğindeki Beyaz Ordu’nun başlattığı İç Savaş’tır. Nasıl oldu da yalnızca bir azınlığın desteklediği bir parti (“komplocular grubu”), büyük emperyalist güçlerin desteğini alan karşıdevrimcilerle üç yıl boyunca savaşmak zorunda kalmışken, düşman bir ara Petrograd’a dayanmışken; 1920’de iktidarını korumayı başarmış, kaybettiği bölgeleri yeniden Sovyet iktidarının parçası yapmış, hattâ bazı yerlerde iktidar bizzat kucağına düşmüştür? Madem kitlelere rağmen yapılan bir devrimdi, madem proletarya diktatörlüğü değil, o çok sevilen lafla, proletarya üzerinde diktatörlük kurulmuştu, neden kitleler bu fırsatı tepip Bolşeviklerden kurtulmadılar, daha da önemlisi “kurtulduklarında” bile kısa süre sonra Bolşevikleri geri çağırdılar?

Sebebi Bolşeviklerin kitle desteğidir. Bolşevikler devrim programını henüz taşıyamadıkları bölgelerde, kontrole de sahip olmadıkları için eski rejim yandaşlarınca epey hile karıştırılan seçimlerde gerçek güçlerini ortaya koyamamış olsalar da, İç Savaş’ın ateşinde güçlerini ispatlamışlardı.

Peki, Lenin’in en yukarıdaki sözü? Lenin’in sözünde bir yanlışlık yoktur. Gerçekten de Şubat’tan sonra, yaz aylarına kadar uzanan süreçte Rusya tüm dünyada en özgür ülkeydi. Bunun iki nedeni vardı. Öncelikle, savaşla birlikte diğer ülkelerde demokratik haklar bir bir kırpılmış, Avrupa bir “demokrasi cenneti” olmaktan çıkmıştı. Rusya ise kitlelerin tabandan mücadelesiyle başlayan devrim sayesinde, militarize olmuş Avrupa ülkelerinden ayrılıyordu.

Ama esas neden, kesinlikle bazı burjuva tarihçilerinin iddia ettiği gibi Geçici Hükümet’in demokrat temayülleri değil, istese bile baskı uygulayamayacak konumda olmasıydı. Esas güç hükümette değildi ve fiilî iktidarı elinde bulunduran Sovyetler anti-demokratik uygulamalara izin vermiyordu. Lenin şöyle der: “Rusya’da ikili iktidar diye bir şey yok. Yalnızca şu var: İşçi Temsilcileri Sovyeti, Geçici Hükümet’i koruyucu, hayırhah bir şekilde denetim altında tutuyor.”

Kısacası, Kerenski Mayıs ayında, “Rusya’nın en özgür ülke olduğunu söyleyemem ama Rus donanmasının en özgür donanma olduğu kesindir” derken ne kastediyorsa, Lenin de aynı şeyi kastediyordu. Direksiyon işçi ve emekçilerin elindeydi, Şubat’tan sonra kurulan burjuva geçici hükümetleri “en demokratik” yapan da, sonrasında bunların yeterince demokratik olmadığına kanaat getirip alaşağı ederek gerçek demokrasiyi (işçi demokrasisini) inşa eden de ezilenlerdi.

Devrimler kuşkusuz kitlelerin sınıfsal, yani öncelikle maddi çıkarlarının peşinde koşmalarının ürünü olarak gerçekleşir. Milyonlar devrimci mücadeleye teorik kanaatleri ya da idealleri nedeniyle değil, somut çıkarlarını karşılamak adına atılırlar. Fakat buradan hareketle, kitlelerin kendi dar çıkarlarından başka hiçbir şey gözetmedikleri, bireysel kurtuluştan tek farkın artık bireysel kurtuluşun toplu bir şekilde gerçekleştirilmeye çalışılması olduğu söylenemez. Aksine, devrimler egemen sınıfların insan yerine bile koymadıkları, günbegün aşağılayıp yok saydıkları kitlelerin izzetinefislerini yeniden ortaya koymalarıdır. 1917 yılı Şubat’tan Ekim’e bunun bir özetiydi. Ezilenler olsun dedi, oldu; çok iyi oldu, çok da güzel oldu!