Bu yazı, Barselona’daki lanet terör saldırısında katledilenlere, yaralananlara ve mutlak olan dünya barışına adanmıştır

‘Caminante no hay camino’*

ADNAN GERGER

*Yolcu, yol yok

Biraz deniz tuzuyla kumunu, biraz güneş batımı ışıltısını, biraz gök mavişliğini, biraz müziğin ezgisini, biraz yüksek dereceli alkolü, biraz dansın ve folklorün en hareketlisini, bir tutam aşkla shakerde iyice çalkalıyorum. Dondurucudan çıkartılan miksing glasslara önce iki buz tanesi ardından bu kokteyli dolduruyorum üstüne dünyayı, barışı, ülkeni düşünerek yeterince üç çay kaşığı iç çekiş serpiştiriyorum. Hasretle ılınmadan hemen burukluk ve hayal kırıklıklarıyla dolu çerez tabağıyla servis ediyorum. Sizin için özel olarak hazırladığım yaz iksirini içmeden sakın bu metni okumayın.

Rüzgâr efil efil esmiyor. Hatta hiç esmiyor. Güneş batalı uzun süre olmasına karşın, bunaltıcı sıcak havanın baskısını vücudunuzun her hücresine hissediyorsunuz. Yine de yaz mevsiminin güzelliği bir başka. O zaman bu ana ‘güzel bir yaz gecesi buluşması’ dersem doğru söylemiş olacağım... Zaragoza’da bir kafede buluşuyoruz. Randevu saatine beş dakika kala geliyor. Buluştuğum kişi, İspanya edebiyatında önemli yer tutan 1965 kuşağının uluslararası ödüller almış şairlerinden biri... Aynı zamanda kendini “Generalissimo” yani “Generallerin Generali” ilan eden Diktatör Francisco Franco’ya karşı mücadele etmiş eski bir tüfek. Kuruluşunda da etkin rol oynadığı Solda Birlik Partisi’nin emekli olmuş milletvekillerinden... 74 yaşında olmasına karşın son derece dinç, güler yüzlü ve sempatik bir avukat. İsmi Adolfo Burriel. Yanımızda Barış için Kalkınma Birliği’nin (Asamblea de Cooperación por la Paz) yöneticileri var. Çevirimizi de bu yöneticilerden birisi yapıyor. Burriel’e bu sohbetimizi yayımlanmak üzere kullanabileceğimi belirtiyorum. Olumlu yanıt alıyorum. Sonra hemen eskiden bu yana tanışıyormuşuz gibi samimi şekilde, bir dost gibi “ne olacak halimiz?” babında konuşmaya başlamadan önce buz gibi biramızdan da yudumlamaya başlıyoruz.

İspanya’da içki içmek Avrupa’nın diğer ülkelerinde olduğu gibi çok yaygın. En çok bira ve şarap içiyorlar. Ama içişleri çok farklı. Zevkle içiyorlar. Özellikle sohbet ortamlarında “kanya (caña)” dedikleri küçük bira bardağını iki- üç saatte bitiriyorlar. Ve ben her seferinde çok şaşırıyorum. Çünkü hâlâ yavaş içmeye alışamadım. Birayı ve şarabı ya da içtikleri her neyse konuşmayı çok sevdiklerinden boğazlarının kuruluğunu gidermek için kullanıyorlar. Ne var ki bira ve şarapların alkol oranı da genelde çok düşük. Tabii ki Türkiye’de olduğu gibi neredeyse vergisi içkinin fiyatı kadar olmadığı için de çok ucuz. Hem böyle sohbetli ortamların gecesinde mutlaka sarhoş da olunmuyor. Ha, sarhoş olmak için içenler var elbette. Onlara da gülümseyerek bakılıyor ki bunlar da genelde gençlerden oluşuyor. Onlar da eğlenmek için içiyorlar. Sarhoşluklarını bizde olduğu gibi ille kavga ederek sonlandırmıyorlar. En çok içki tüketilen zamanlar ise fiesta zamanları... Dedim ya, eğlenmek için içilen zamanlar... Bu konuyu izlenim diye yazdığıma bakmayın. Burada içki diye bir sorun yok, kimse de tınmıyor. Hani bizim memleketin sürgit temcit pilavlı mesele var ya ondan yazdım. Ha unutmadan söyleyeyim, İspanya’nın fiesta ve turist ülkesi olduğu çok doğru. Hele yazın... Her şehrin belli dönemlerde genel fiesta günleri var ve turistten geçilmiyor. Bu yaygın ve bilinen bir bilgi. Eyvallah. Ama her semtin de ayrı ayrı fiesta zamanı olduğunu söylersem abarttığımı düşünürsünüz değil mi? Düşünmeyin. Ama fiestalarda herkes tatil, herkes vur patlasın çal oynasın sanıyorsanız, sanmayın.

İspanya turistten bıkmış

Türkiye’den bir arkadaşım telefonla aradığında fiestada olduğumu söyleyince, “Bu ülke ekonomik krizden çıkar mı? Hep fiesta hep fiesta..” diye aklı sıra dalgasını geçti. Oysa fiestalar, ülke ekonomisini ayakta tutan son derece zekice organize edilmiş aktiviteler. Sadece Barselona’ya yaz aylarında gelen turist sayısı Türkiye’ye bir yılda gelen turist sayısına eşit, neredeyse. Hizmet, turizm sektörünü ayakta tutuyor, dünyanın dört bir yanından para harcayan turistleri çekiyor. Kültürlerinin tanıtımını yapıyor. Fiesta dışında, gezmeye gelen turist; ister turla gelsin, ister kendi başına, para harcamak zorunda kalıyor. Türkiye’deki gibi yabancıya ucuz ve her şey dahil 5 yıldızlı oteller yok burada. Buraya gelen turist, otelin kapısından bir adım atmadan bir-iki hafta her neyse malak gibi güneşin altında kararıp yiyip içmiyor. Buna rağmen İspanya artık turistten bıkmış. Her yerde “Tourists Go Home” yazılarını görüyorsunuz. Hatta Barselona’da turistlere karşı yürüyüşler düzenleniyor. Bu sorun hükümet tarafından da ele alınmaya başlandı. Önümüzdeki yıllarda İspanya’ya turist olarak da gelmek de güç olacağına benziyor. Çünkü turistler için belli şartlar ileri sürülmesi gündemde.

İspanya medyasında ana gündem maddelerinden biri olan bu konu, ilginç bir bakış açışıyla ele alınıyor. Mesele şehirlerin kalabalıklaşması değil, ‘kendini bilmez’ turistlerin varlığı. Toplum içerisinde nasıl davranacağını bilmeyen, her türlü kabalığı, çirkefliği, rezilliği turist maskesinin altında yapmayı marifet sayan, diğer insanları rahatsız eden turistler için bu tepki. Kolektif eğlenceyi bilmeyen kaba saba turistlerin sayısında giderek artış gözleniyor. Aslında bu bakış açısından ders çıkartmamız gerekiyor.

Burriel’le daha çok izlenimlerimden oluşan koyu sohbetimiz, benim “Franco döneminden bugüne nasıl geldiniz? Demokrasi nasıl inşa edildi?” sorumdan sonra sözler; bir martının fırtınalı bir denizde yol açmaya çalışan ve ardına düştügü balıkçı teknesine çığlıklarla süzülmesi gibi konuların üzerinde süzülmeye başladı .(1*)

İnsan olduğunu hissetmek…

“17 özerk bölgesi (comunidades autonomas) ve 2 özerk şehri (ciudades autonomas) olan İspanya’nın hangi şehrinde dolaşırsan dolaş, trafikte, sokakta, alışverişte hoşgörünün devlet üstü, insan olmaya dair bir değer olduğunu anlarsınız. Kendi halkının refahını, huzurunu her şeyin üstünde tutmayı yasal hak olarak sayması gereken devletin de üstünde bu değer. Kültürün ve sanatın gelişmesinde, toplumsal uzlaşıda, özce yaşamın her alanında insanın bu değere ihtiyacı olduğunu, görünmeyen bir şey, bir güç size özgürlüğü ve insan oluşunuzu hissettiriyor (Hele hoşgörüye inanmanın aptalca; hoşgörülü davranış beklemenin hakaret olarak kabul edildiği bir ülkeden geliyorsan bu görünmez güçten utanıyorsunuz bile). Siyasette de bu işin hoşgörüsüz olamayacağını yönetime gösteren, halkın demokratik tepkileri. Devlet mantığına karşı halkın hep var olan demokratik tepkisi hoşgörü denilen o güçle daha da anlam kazanıyor. Hoşgörünün olmadığı yeri, figüranların yaşadığı yer olarak algılarım. Hoşgörüyü yok etmeye çalışan gücün de bir figüran olduğuna dair bir inanç var buralarda. Çünkü figüranlara biçilen rolün bir ömürlük saltanat olmadığını geçmişteki çok acı deneyimlerden öğrendik. 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı (1. Dünya Savaşı) döneminde, General Miguel Primo de Rivera’nın yedi yıllık diktatörlüğü ve savaşın ardından Faşist Franco diktatörlüğüne karşı verilen demokrasi mücadelesinin ruhu ve anlayışı, hâlâ globalleşmiş korkuya ve baskıya dayalı olası yönetimlere karşı bir kalkan görevi görüyor.

Çünkü demokrasiye ve hoşgörüye sıkı sıkıya bağlı bir halkın, zorbalığı her zaman yeneceği bilinir. Korkunç kanlı üç yıllık iç savaştan sonra iktidara gelen Franco döneminin karanlığında her zaman yolun sonunda ışığı gördük. Bu nedenle demokratik ışığa her görüşten insan bugün de sahip çıkıyor.”

Burriel’in ağzından sözcükler, her sorumdan sonra sel gibi taşıyor. Konuşması kör ve paslı ustura gibi ciğerimi doğruyor. Ben kuralsız bir ülkede yaşayan biri olarak icat edilmemiş dilbilgisi kurallarıyla dinliyorum. Ama anlatılanların diyakronik olmadığını biliyorum. Çünkü onun sesinde yasanmışlığın verdiği o büyük erdem var, gözlerinin içindeki parıltısıyla.

“Yeni dünyanın imparatorluğu için, kapitalist sistem, çeşit çeşit ambalajlı terörü bir ideoloji haline dönüştürerek dünyaya pazarlamak istediğini ısrarla vurguluyor. Bu ideolojinin insanca duygular beslemediği, ayrıca her ülkede ırkçı temeller üzerinde kışkırtıcı cephe açarak terörün yarattığı korkuyu derinleştirmek düşüncesi ağırlık kazanıyor. Terörün panzehiri insan kalabilmek ve empati yaparak bu cepheyi engellemek. Bu tavrı da başta Avrupa olmak üzere gelişmiş ülkelerdeki insanların göstereceğine olan inanç da giderek gelişiyor. Sonrasında da IŞİD ve türevi terör örgütlerinin yok edilmesine ve hangi ülkede yapılırsa yapılsın teröre karşı çıkmak için oluşturulacak evrensel ortak bilince ve bunu sağlayacak demokratik ışığa ihtiyaç var.

Karanlıkta bir ışığı hissetmek kolay değil. O ışığa giden yolu biliyorsan, düşe kalka varacağını ümit edersin. Ümit. Anlıyor musun? Bir ümit, insanı yaşatır. Bir örtüyle örtülürken, hem de alçak, yalan- dolan, rezil, vahşi desenli örtüyle zifiri karanlığa gömülürken ışığı görmek elbette zor. Bu karanlığa körü körüne inanan ve bu karanlıktan nemalanan insanların asalaklar gibi çoğalması bu zorluğun derecesini artırıyor. Işığa ulaşmak için yeni formüllere gerek yok. Özellikle ışıktan karanlığa gömülmüş, totaliter bir yönetimden otoriter bir rejime geçişi gerçekleştirilmeye çalışılan bir ülkede, öncelikle herkesin demokrasi ve özgürlük ortak paydasında buluşmaları gerekiyor. Amasız, mamasız. Çünkü günümüzün bu tür rejimlerine karşı halkın birleşik bir değerde buluşmaktan başka ışığı görecek yolu yok. Nasıl ki Franco döneminde Katalan, Bask, Galiçya’da verilen anti-faşist savaş, ulusal sorunu gölgede bıraktıysa...

Edebiyatın büyük gücü

İspanya’nın karanlık döneminde ışığı önce hissedenler anti-faşist mücadelenin yanında yer alan şairler ve yazarlar, sanatçılar, aydınlar, gazetecilerdi, her otoriterleşmiş ülkede olduğu gibi... Yine otoriter ülkelerde olduğu gibi çok ağır bedeller ödedik. Faşizmin olmazsa olmazı işkence, ölüm, cezaevine atılmalar, sansür, yasaklar, yayınevlerin kapatılması, kitapların toplatılması, medyanın susturulması, güdümlü medya yaratılması, dinin siyasallaştırıp kullanılması... İnsanların çoğu yurtdışına kaçmaya çalışıyordu. Kaçamayanlar hapishanelerde çürüyordu. Lorca kurşuna dizildi. Bu anlattıklarım size de tanıdık olmalı...” (Acıyla tebessüm ediyoruz.)

İnsanlık tarihinin sessizlik içinde ufalanmasını engelleyen edebiyata sıra geliyor, sohbetimizde.

“Lorca’nın kurşuna dizilmesinden mi, Franco döneminde anti-faşist mücadelenin içinde önemli payları olmasından mı bilinmiyor ama sonraki dönemde İspanya’da edebiyat, “şiir” olarak anılıyor. Şiir bu dönemde yeni sözlerle ve yeni biçemiyle siyasal olanı da kuşatarak büyük gücüyle ortaya çıktı. Bu devasa çıkışın nedeni şiirin sarkıntılığı, iktidardan nemalanmayı ve oportünizmi reddedişi gerekçe olarak gösterildi. Ancak “roman”ın önemi de göz ardı edilmedi.

Franco dönemi nedeniyle kültürümüz yüz yıl geriye gitti. Oysa İspanya’da çok kültürlü ‘convivencia’ diye tanımlanan bir edebiyat geleneği var. XVI. ve XVII. yüzyılda altın çağ yaşayan ve dünya edebiyatını etkileyen bir damarın devamında şimdi çok sayıda şair ve yazar var. Bu şair ve yazarlar daha çok sosyal medyada kendini gösteriyor. Genelde aforizmalı sözlerin, bireyin bunalımının öne çıktığı edebiyata sıcak bakıyorum. Ne de olsa edebiyat seçicidir, edebiyat eleştirisel tutumunu hiç bir zaman bırakmaz. Aralarından çok iyi şair ve yazar çıkacaktır. (Yayınevleri, burada, “Çok satsın da kitabın içeriği ne olursa olsun...” deme lüksüne sahip değil. Asla ‘bu bizden’ mantığıyla kitap basılmıyor. Yayınevleri ne de olsa medya gibi bazı odaklar arkamda, edebiyatın köşe başlarındaki kişiler bizim adamlar gibi bir hal tavır içine de giremiyorlar. Okur, medyada gizli reklamlarla kiralık kalemlerle pazarlanan kitaplara da kanmıyor. Sayıca çok olan okurun eleştirel gücü ve edebiyat bilgisi; özgün deneyimlerden ve evrensel düşünceden oluşuyor. Çünkü onlar pazarlamacı mantığıyla edebiyat olmayacağını çoktan öğrenmişler. Yayınevi, okuru da böyle olunca yazarı da şairi de uluslararası alandan kendinden söz ettiriyor. Kendi sınırları içinde allem-i cihan rol kesmiyor, kalem açmıyor.)”

Aniden dünyanın kör ve sağır olduğu mülteci konusundan bahsediyorum. Burriel, bana beni çok iyi anladığını hissettiriyor sözleriyle.

“Bir mülteci ülkesi sayılan İspanya’nın bu konuda büyük deneyimi var. Belki de insanlığın var oluşundan bu yana göç yolunda Afrika’dan Avrupa’ya açılan kapı olması İspanya’nın göçlerle karşı karşıya kalmasına neden oluyor. Halk duvar yazılarıyla göçmenlere destek veriyor. Büyük kamuoyu baskısı var. Iraklı ve Suriyeli mülteciler her zaman gündemde. Ama sorun mülteci kabul etmekten öte insani yaşam alanlarını sağlamak ve savaşları sonlandırmak.”

Burriel’le edebiyat, hoşgörü, eleştiri, özgürlük ağırlıklı sohbetimizi uzun saatler sonrasında da bitiremiyoruz. Gülümsüyor. Evine davet ediyor. Çok teşekkür ediyorum. “Yolcu yolunda gerek” diyerek veda ediyorum. Çok duygulanıyor. Burriel de bana; Katalonya’nın Şubat 1939’da Franco’nun faşist güçlerince ele geçirilmesinden sonra bir milyona yakın kişiyle birlikte Fransa’ya sığınan; toplama kampında binlerce İspanyol gibi ağır şartlara dayanamayarak yaşamını yitiren ve cesedi Collioure’da ‘denize’ gömülen ünlü şair Antonio Machado’nun meşhur ‘Caminante no hay camino ‘ (Yolcu, yol yok) şiirinin şu dizeleriyle yanıt veriyor:

“Caminante no hay camino / se hace camino al andar…”

( Yolcu, yol yoktur / Yol yürüdükçe yol olur) Barselona, 20 Temmuz – 21 Ağustos 2017

1 Bu konuşma yapılırken Barselona’daki terör saldırısı gerçekleşmemişti. Saldırıdan sonra televizyonlarda her yerde İslamifobik söylemlerden kaçınılıyor, Katalanca ‘no son musulmans son terroristes’ – ‘Onlar Müslüman değil terörist’, diye açıklamalar yapılıyordu. Bazı marjinal küçük ırkçı bir grubun tepkisi de ters tepiyor ve saman alevi gibi sönüyordu. Turistleri istemeyen Barselona, olaydan sonra turistlere candan kucak açtı. Saldırıdan sonra taksilerin bedava calışması, saldırının olduğu bölgedeki otellerde kalamayan turistlere bedava konaklama sağlanması, yiyecek yardımı, hastanelerde 33 ayrı ulustan yaralılar için kan verme kuyrukları gibi örneklerle teröre karşı nasıl tepki verilebileceği dünyaya gösterildi. La Rambla’da saldırının yapıldığı yerde her gün barışa çağrı yapılması, bazı halkların o kadar da aptal olmadığının görkemsel bir kanıtı ve evrensel demokratik ışığın göstergesi değil mi?