Caminin solunda namaz kılmıyoruz
Fotoğraf: Arşiv

Altılı masa sekizinci toplantısını da sessiz sedasız geride bıraktı. Parti kurmaylarının basına sızdırdığı bilgilere göre ortak adayın açıklanması için şubat ya da mart aylarını beklemeliyiz. Mikrofon tutulan her yetkili bildik açıklamalarla savunuyor kendisini; “Önemli olan aday değil, ortak program”. Fakat henüz ortak bir program da hazırlanmış değil. Sözün kısası, muhalefetin elinde henüz hazırlanma aşamasında olan bir program ve yine belirlenmeyi bekleyen bir ortak aday var. Seçime de 6-7 ay kalmış durumda.

Doğal olarak bu belirsizlik ortamında, aday profilini tartışmak reyting garantili programları da beraberinde getiriyor. Hafta sonu TV100’de yayınlanan Pazar Siyaseti programına katılan İYİ Partili Yavuz Ağıralioğlu’na da beklendiği üzere adaya ilişkin sorular soruldu. Ağıralioğlu “kazanabilir aday” kriteri olarak adayın öncelikle “solcu” olmaması gerektiğinin altını çiziyor. İstanbul’u Canan Kaftancıoğlu kazanamazdı diyor, Ankara’da da Mansur Yavaş kazanabildi diye devam ediyor. Bu tespitlerini, toplumun genel çoğunluğunun sağcı olmasına bağlıyor. Hatta bunu bir örnekle de vurguluyor;

“Makul söylemeliyim. Bizim klasik sağ muhafazakâr, refleks olarak camide namaza girince safın soluna durmuyor ki oranın sevabı azdır diye. Bu çok matah makbul bir şey olmayabilir. Ama bu refleksi görmezden gelemeyiz.”

Ağıralioğlu caminin solunda bile namaz kılmayan bir toplumsallıktan bahsediyor. Solcular, bu tespiti tümden reddediyor, sol bir alternatifin halkın rızasını alabileceğini söylüyor. Fakat Ağıralioğlu’nun sözlerinin hakikate değdiğini de kabul etmek gerekir. Varoluşu gereği antisol bir toplumsal yapının varlığını tümüyle reddetmek zor. O halde bu halk, bir solcu adaya oy verir mi? İşine gelirse oy verebilir! Fakat özünde sağcıdır. Dolayısıyla solcuya verilecek oy 2015’te duyduğumuz biçimiyle “Emanet oy” kabilinden olacaktır. En azından Ağıralioğlu gibi düşünenlerin iddiası bu yönde.

Çok partili hayata geçişimizden bu yana solsuz dizayn edilen Türkiye siyaseti, cumhuriyetin 100’üncü yılında yine solsuz bir restorasyona hazırlanıyor. Bu hazırlığın da dayanağı halkın zaten varoluşu gereği sol düşmanı olmasından kaynaklanıyor. Bunu veri kabul edelim ve Türkiye’nin emekçi sınıflarının fotoğrafını çekelim.

***

Sendikalaşma oranı son 60 yıllık tarihimizin en düşük seviyesinde. 1980’de yüzde 40 olan sendikalı çalışan oranı, bugün yüzde 14’e gerilemiş durumda. Üstelik bu orandan kamu çalışanları çıkarıldığında, oran yüzde 3’e geriliyor. Bu yüzde 3’ü de ya büyük ölçekli otomotiv sanayi ya da sendikanın ne anlama geldiği şüpheli bankacılık sektörü oluşturuyor.

Sendikanın ne demek olduğunu bile bilmeyen çalışan sınıflar için, sendikayı bırakın, sigorta kaydı bile lüks sayılabilir. TÜİK’in eylül ayı verilerine göre çalışanların yüzde 28,7’si kayıtdışı çalışıyor. Bir başka ifadeyle, yasa dışı biçimde, SGK’ye kaydedilmeden istihdam ediliyor.

***

Bu şartlar altında, sendikal faaliyet de büyük ölçüde baskı altında. Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC) verilerine göre Türkiye, çalışanlar için 148 ülke içinde en kötü 10 ülkeden biri. Diğer ülkeler; Belarus, Kolombiya, Brezilya, Mısır, Myanmar, Filipinler, Eswatini Guetemala.

Endeksin Türkiye’ye ilişkin notlarında grev yasakları göze çarpıyor. Hakları gasp edilen işçiler için sendika hayal gibi. Diyelim ki sendika işyerine girebildi. Bu durumda da grev, bir milli güvenlik tehdidi gibi kavranıyor. Türkiye, her ne olursa olsun büyümek istiyor.

Büyüyor ama büyürken işçi kanı tüketen bir çalışma rejimi… İşçi Sağlığı İş Güvenliği Meclisi’nin verilerine göre bu yılın ilk 9 ayında iş cinayetlerinde ölen çalışan sayısı 1359… Bu veriye Amasra Faciası dahil değil.

Ölümle burun buruna çalışılan bu ülkede tehlikesiz işler de mobbing baskısı altında. İşyerinde hakaret, yüksek sesle azarlama, sürekli görev yerini değiştirme artık normal sayılıyor.

OECD verilerine göre haftada 60 saatten fazla çalışan ücretlilerin oranı yüzde 15. Bu alanda Dünya şampiyonuyuz.

Dünya şampiyonu olduğumuz diğer konu asgari ücretli çalışan oranımız. Halkın yüzde 55’i asgari ücrete komşu bir gelire muhtaç. Bu alanda Avrupa’dan yaklaşık 20 kat daha yüksek bir asgari ücretli oranına sahibiz.

***

Ağıralioğlu haksız mı? Değil… Gerçekten de sağcılığın en lümpen en sinsi varyantına hapsolmuş durumdayız. Bu hapis hayatının neye mal olduğu ortada.

Çok çalışıyor, çalışırken ölüyor, ölmezsek mobbinge maruz kalıyor ve 7-8 saat uyuyoruz. Bu esnada elimize geçen ücret ise bırakın sosyal ihtiyaçlarımızı biyolojik ihtiyaçlarımızı karşılamaktan bile uzak.

Ağıralioğlu hakikate uzak değil. Gerçekten de sol karşıtıyız… Caminin solunda namaz kılmıyoruz sevabı az olur diye.