‘Peri: Ağzı Olmayan Kız’ isimli filmini izleyicisinin beğenisine sunan yönetmen Can Evrenol filmlerindeki politik yapıyı “Benim yaptığım her şeyin içinde bir politik tavır oluyor ister istemez. Yaptığım şeylerin hep sivri ve vandalist bir yapıda olması kadar politik bir centilmenlik barındırmasına da özen gösteriyorum” diyerek anlatıyor

Can Evrenol: Politik bir centilmenliğe özen gösteriyorum

Özgür Yılgür

Korku janrında yaptığı filmlerle tanıdığımız Can Evrenol, son filmi “Peri: Ağzı Olmayan Kız” ile post apokaliptik bir çocuk macerasını perdeye yansıtıyor. Başarılı yönetmenle üçüncü uzun metrajı ve sinema gündemi üzerine konuştuk.

Film Cem Özüduru’nun Perihan isimli çizgi romanından etkilenmen üzerine ortaya çıkmış. Bu hikâyede seni çeken şeyler nelerdi?

Cem çok üretken bir arkadaşım. Peri onun yazdığı kısa bir hikâyeydi. İlk okuduğumda ağzı olmayan bir kız fikri inanılmaz hoşuma gitmişti ve düşününce edebiyatta da böyle bir örneğe rastlamadığımı fark ettim. Çok sinematik bir fikirdi, ancak hikâyenin geri kalanını hissedememiştim. O sırada da Baskın’ı (2015) yapmış ve çok iyi bir başarı yakalamıştım. Cem’e bu hikâyeyle Köprüde Buluşmalar’a katılmayı teklif ettim, daha sonra oradan ödül de aldı film. Diğer yandan bakanlıktan gelip Baskın’ı beğendiklerini söylediler ve sonraki filmim için başvuruda bulunmamı önerdiler. Biz de Cem’le bu hikâyeyi uzun metraja çevirmeye karar verdik. Çok üretken biri olduğu için hemen tamamladı senaryoyu. Fakat hikâyeyi tam olarak hissedemiyordum. Bunun üzerine bir fikir ayrılığı yaşadık ve çok centilmence yollarımızı ayırdık. Ardından Cem, bu hikâyeyi bana hediye etti. Filmin senaryosunu tamamlamakta tıkandığım bir dönem oldu sonra. Orada da Kutay Ucun yardımıma yetişti. Onun da katkılarıyla böyle bir hikâye çıktı ortaya.

Film görsel dili ve atmosferiyle de post apokaliptik bir dönemi yansıtıyor. Seni böyle bir film çekmek için motive eden eserler nelerdi?

Post apokaliptik filmleri çok seviyorum, bu tür üzerine makaleler de yazdım. Fallout oyununu küçüklüğümden beri çok severim mesela. Film üzerine kafa yorduğum sırada Netflix’te Cargo diye bir film izleyip çok etkilenmiştim. Jeff Lemire’ın Sweet Tooth çizgi romanı beni heyecanlandırmıştı. Mad Max, Waterworld, The Book of Eli, “A Boy and His Dog”, The Road kadar; Standby Me, Hook, Lost Boys ve Tigers are Not Afraid gibi filmlerden de çok ilham aldım. Post apokaliptik olması fikrinin kaynağı belliydi, ama “çocuklar görevde” tarzında bir film yapma isteği Cem’in çizgi romanındaki son kareyi görünce geldi.

Peri salon bulamadığı için vizyona geç girmek durumunda kaldı. Ancak seyirciler filme sahip çıkmış gibi gözüküyor…

Film vizyonu ertelendikten sonra figüran bir arkadaşım “Cinemaximum’ların önünde ağızımıza kırmızı bir bez bağlayarak fotoğraf çektirelim” dedi. Hem çok barışçıl ve medeni hem de sivri bir tepki gibi geldi bana bu. Filmin vizyonunu soran herkese bu fikirden bahsedip sosyal medyada Cinemaximum’u etiketleyerek paylaşmalarını istedim. Bu da ufak bir olaya dönüştü! Benim de amatör ruhumla paralellik gösteren bir tavırdı, dolayısıyla körüklemeye çalıştım bu olayı. Şimdilerde Lüleburgaz’dan, İzmir’den, Diyarbakır’dan, Münih’ten falan davetler alıyoruz. Hatta bazı gösterimlerde seyirciler, sinema salonlarını ikna etti. Mesela Ankara’da filmimizin bir hayranı Büyülü Fener Sinema Salonu’yla konuştu, organize oldu ve tek başına filmi orada göstermemizi sağladı. Oradaki gösterime ben de katıldım ve tamamı dolu bir salonda izleyiciyle buluşmak beni çok heyecanlandırdı.

can-evrenol-politik-bir-centilmenlige-ozen-gosteriyorum-692076-1.

Son dönemde sinema salonlarının tekelleşmesi ile ilgili tartışmalar yapılıyor. Bu tekelleşme problemiyle ilgili neler düşünüyorsun?

Bir malı hem üreten hem dağıtan hem de tüketen aynı kişi olamaz ama Türkiye’de böyle bir durum var. Bu ortadan kalkmadıkça sinema salonu işletmecisine, seyirciye, sinemacıya vs. laf atarak bir noktaya varamayız bence. Sinema kadar popüler kültür aracı olan bir şey, ülkedeki politik durumdan da bağımsız düşünülemez. Memleketteki atmosfer böyleyken, sinema nasıl olacaktı ki zaten noktasından bakıyorum maalesef. Bir de ülkemizde telif haklarının korunamaması ve korsan problemi de olduğu için bir çöküntü oluşuyor. Ama seyirciyi de anlayabiliyorum. Özellikle İstanbul dışındaki birçok şehirde sinemayı takip edebilmek için tek çare korsan maalesef. Böyle bir ortamda düşük bütçeli, bağımsız bir film çekip, büyük beklentiler içinde olmak Don Kişot’luk gibi geliyor bana.

Filmin temelinde bir “öteki” hikâyesi var. Aynı zamanda “Santral Hepimize İyi Gelecek” sloganlı reklam tabelasının olduğu sahne de Akkuyu’da kurulması planlanan nükleer santralin propagandasını anımsatıyor. Bu açıdan bakınca Peri’nin politik bir duruşu olduğunu söyleyebilir miyiz?

Benim yaptığım her şeyin içinde bir politik tavır oluyor ister istemez. Ancak o sahneyi tasarlarken aklımda hiç Akkuyu yoktu açıkçası. Çernobil zamanlarını yaşadım ve ilk anılarımdan biri eve balık alınmamaya başlanmasıydı mesela. O sahnenin kaynağı biraz da o. Fakat George Orwell’in 1984’ündeki gibi, artık söylediğin şeyler tersini ifade etmeye başlıyor ister istemez. Bunları 10 sene sonra döksem Akkuyu değil de başka bir şeye denk gelecekti. Yaptığım şeylerin hep sivri ve vandalist bir yapıda olması kadar politik bir centilmenlik barındırmasına da özen gösteriyorum bu yüzden.

Bir süredir Çıplak isimli bağımsız bir dizi üzerinde çalışıyorsun…

Çok küçük bir bütçeyle, sadece iPhone’larla böyle bir şey çektik. Fleabag ve Friends from College gibi yapımlardan da aldığım ilhamla pop bir şey yapmak istedim. Kendince çok sivri bir dili var ama çok kör göze parmak değil... Çoğu insanın beklentisinin aksine görsel olarak bir çıplaklık yok mesela, ama kafası ve dili çok çıplak bir dizi oldu. Bir eskort kızın hikâyesini anlatıyor, fakat bu stereotip bir karakter değil. Bu zamanların ruhunu taşıyan, benim de yaptığım gözlemlerden etkilenerek ortaya çıkan bir hikâye oldu.