Tarih kitapta durduğu gibi durmuyor tabii. Yeni Osmanlıcılığın ya da Türk-İslam sentezinin fetihçi versiyonunun iktidarda olduğu günümüzde, ulusalcılık da kendine çeki düzen veriyor, değişiyor… Kısacası al “Fetih 1453”ü vur “Çanakkale 1915”e. Biz bu kafayla gidersek sonumuz Osmanlının sonu gibi olacak...

 
Sovyetler Birliği döneminde (kaynağını yine bulamadığım) söylenmiş bir söz vardır: “Geleceğin nasıl olacağını biliyoruz. Ama ah, o geçmiş yok mu! Sürekli değişiyor!”, diye. Bu dönemde sinemamız (televizyon ve hatta inşaatçılarımız  da!) tarihe pek bir merak sardı. Tarih bu, kitapta durduğu gibi durmuyor tabii. Yeni Osmanlıcılığın ya da Türk-İslam sentezinin fetihçi versiyonunun iktidarda olduğu günümüzde, ulusalcılık da kendine çeki düzen veriyor, değişiyor. “Dersimiz Atatürk” ve “Gurbet Kuşları”ndan bildiğimiz Turgut Özakman yazmış, “Çanakkale 1915”in senaryosunu. Ulusalcı diye bildiğim Özakman bu senaryoyu beş on sene önce yazsaydı çok farklı yazacağına inanıyorum. Atatürk çok daha ön planda olur, ezandı, namazdı, duaydı filmde bu kadar çok duyulmazdı. Ama bir şey değişmezdi sanırım: Özakman “Dersimiz Atatürk”te yaptığı gibi yine Emin Oktay’ın ortaokul ders kitaplarından alınmışa benzeyen bir iş çıkarırdı. Yani bolca, pis düşman şunu yaptı, kahraman Türk ordusu bunu yaptı, düşman çok güçlüydü ama Türk’ün damarlarında akan asil kanı hesaba katamadı falan türünden bir şey olurdu, şimdi de olduğu gibi. Özakman’ın işlerinde değişmeyen şeyler var. Özakman’ın hikâyesine dayanan, Halit Refiğ’in çektiği ve hak etmediği halde bir başyapıt muamelesi gören “Gurbet Kuşları”ndaki (1964) Rumların temsiline bakın, utanacaksınız!
 
KENDİMİZİ TESELLİ EDEBİLİRİZ!
Çanakkale 1453’te de bu tip bir aşağılamadan söz etmek mümkün. Filmin başlarında Çanakkale savunmasında üç alayın görev aldığı söyleniyor. Bunlardan biri karışık olduğu söylenen ama tek bir Kürt dışında tamamı Türklerden oluşuyor gibi görünen bir alay ki hikâyemiz onları anlatıyor. Hikâyesi anlatılmayan, anlatmaya değer görülmeyen iki alay daha varmış. Bu iki alayın erlerinin tamamı Osmanlı’nın o dönem bir parçası olan Suriyeli Araplardan oluşuyormuş. Film bize bunlar da vardı ama onlar savaşmayı ne bileceklerdi ki şeklinde bir şey söyleyip, konuyu kapatıyor. Büyük Britanya’nın Çanakkale Savaşı öyküsünü, “bir de Avustralya ve Yeni Zelanda’dan gelen Anzaklar vardı ama onların hikayesi önemsizdi” diye anlatması neyse, bu da o. Tabii Britanya böyle bir şey yapmaz, yapmıyor bu çağda. Anzaklara saygıda kimse kusur etmiyor. Ama Çanakkale’de Osmanlı adına savaşan erlerin üçte ikisinden fazlasını oluşturan Suriyeli Arapların hakkını koruyacak kimse yok bu ülkede. Anlaşılan o ki asıl savaş Araplarla Anzaklar arasında olmuş ama bizim bu gerçeğe ulaşmamız için daha en az bir yüzyıl geçer. Ortadoğu uzmanı gazeteci Robert Fisk bir makalesinde “Çanakkale’de Osmanlı adına aslen Araplar savaşmıştı”* demişti. Ben bu makalenin linkini Facebook’ta verince birkaç arkadaşım itiraz etmişti. Şimdi bir başka kaynak daha, aşağılayarak da olsa savaştaki Suriyeli Arap gerçeğini dile getirmiş oldu. Bu da bizim kârımız olsun diye teselli edebiliriz kendimizi.
 
“EN İNSAN BİZİZ!”
Ö dönem bizim için savaşan Suriyelilere, bugün o eski emperyalistlerle müttefik olan Türkiye savaş açıyor. Bu filmin hizmet ettiği bir şey varsa, o da bu dönemin ihtiyaç duyduğu savaşçı, militarist ruh haline gaz vermek. Bir de ulusalcılıkla, milliyetçiliğin arasını bulmak. Hepimiz Müslümanız, hepimiz asker doğarız, en insan biziz, en kahraman biziz vs. Çanakkale Savaşı’nın bile İttihatçıların maceraperestliği yüzünden yaşandığını iddia eden tartışmalar bu filme uzak. Osmanlı sanki dünyanın en barışçı ülkesiyken pis emperyalistlerin saldırısına uğramış. Sanki kendisinin başkasının topraklarında gözü hiç olmamış ve sanki Çanakkale Savaşı’nın yaşandığı 1915’te kendi ülkesinin Ermeni vatandaşlarını kadın erkek demeden kıyıma uğratmamış gibi… Ama biz dünyanın en iyi insanları olduğumuza inanmaya devam edelim yoksa başka neye tutunacağız?

DİJİTAL HAREKETLER BUNLAR
Filmde bir olay örgüsünden, karakterlerden filan söz etmek mümkün değil. Atatürk her zaman olduğu gibi, kasıntı ve poz kesen biri olarak canlandırılıyor. Sanki çok önemli bir şeymiş gibi mavi gözlü olduğunun altı dijital olarak da çizilerek… Düşmanlar ya da yabancılar da düşman işte. En safiyane duygularla kendilerine yaklaşmaya kalkan Türk’ü anında alnından vuruyorlar… Bizse savaşsak da insanlığı hiç elden bırakmıyoruz. Allah’ın adı film boyunca ağızlardan düşmüyor.  Kısacası al “Fetih 1453”ü vur “Çanakkale 1915”e. Biz bu kafayla gidersek sonumuz Osmanlının sonu gibi olacak ama elden eleştiri yazmaktan başka bir şey gelmiyor. Filmin yönetmeni Yeşim Sezgin’in bir kadın olması da düşündürücü. Militarizmi sadece ordunun tekelinde sanan ve AKP’yle birlikte militarizmin defterinin dürüldüğüne inanan bir kitle var. Erkek egemen ideolojinin sadece erkeklere özgü olduğunu sanmak gibi bir şey bu: “Çanakkale 1915” militarizmin ve hamaset edebiyatının sivil-asker, erkek-kadın ayrımı yapmadığını göstermesiyle pozitif bir işleve sahip olabilir. Ne demişler “bir işe yaramıyorum diye üzülme, kötü bir örnek olarak her zaman bir işe yarayabilirsin!”
 
*Independent’te çıkan “Robert Fisk: Great War Secrets of the Ottoman Arabs” adlı makalede Osmanlı saflarında Müttefiklere karşı savaşan Arap sayısının, Arabistanlı Lawrence’ın öncülüğünde Arap isyanına katılanlardan çok daha fazla olduğu da söyleniyor.
 
 
***
 
ALTIN PORTAKAL
 “Birinci kim?“ ve diğer meseleler…
 
Başlıktaki sorunun cevabı göründüğü kadar basit değil. Evet, tabii ki “Güzelliğin On Par’Etmez” (GOPE) Antalya’da “en iyi film” seçildi. Ama GOPE bir ilk filmdi. “Zerre” de bir ilk filmdi. Ve “Zerre” “en iyi ilk film” seçildi. Zerre en iyi ilk filmse, diğer ilk filmlerden dolayısıyla GOPE’den de daha iyi bir film demektir. Ama GOPE birinci seçildi.  Bir ilk film “en iyi film” seçilirken, bir başka ilk film “en iyi ilk film” seçildi kısacası. Birkaç yıldır bu böyle gidiyor aslında. Yarışan filmlerin çoğunluğu ilk film olunca, en iyi ilk film ödülünün manası da kalmıyor. Ya da en iyi ilk film ödülü, teselli mükafatına dönüşüyor.
 
Zerre, GOPE ve Küf’e verilecek her ödül kabulümdür yazmıştım. Kendimi tekzip ediyorum. GOPE’den Abdülkadir Tuncer’e en iyi erkek oyuncu ödülü verilmesi anaç (ve babaç) duygularla verilmiş bir karara benziyor. Abdülkadir sevimliydi elbette ama performansında dikkate değer bir yan yoktu. Zaten filmin en zayıf yanı çocuk aşkı temasına hiçbir ilginçlik katamamasındaydı. Filmin ilginç karakterleri başkalarıydı, Abdülkadir’in canlandırdığı çocuğun abisi ya da ona akıl veren komşusuydu. En iyi kadın oyuncu ödülünün de Elveda Katya’daki performansıyla  Anna Andrusenk’e verilmesi bence isabetli bir karar değildi. Anna’da ben bir pırıltı görmedim. Zaten film de inandırıcılıktan yoksundu baştan sona. “Zerre”deki rolüyle Jale Arıkan’a ve “Küf”teki rolüyle Ercan Kesal’a daha çok yakışırdı en iyi oyuncu ödülleri. Ulusal bir yarışmadan Avusturyalı, Rus, Fransız, İsviçreli ve Azerilerin en karlı çıkmalarını garip bulduğunu söyleyen Polonyalı arkadaşım Krzystof Kwiatkowski’ye bütün enternasyonalciliğimle “Ne olmuş yani? Gayet normal!” demiştim. Şu anda kendimden o kadar emin değilim. Festivali düzenlemekten amaç ulusal sinemayı desteklemekse, bu amaç gerçekten hasıl olmuş oluyor mu? Özellikle, büyük para ödülünün nereye ve kime gittiğinin tartışmalı olması can sıkıcı. GOPE gerçekten de bir Avusturya yapım şirketinin filmi mi? Ödül parasının gittiği yer yoksul bir ülkenin yapım şirketi olsa iyiydi de, böyleyse insanın içine sinmiyor.
 
SANATIN MİLLETİ YOKTUR
Biraz geyik bir laf olacak ama sanatın milleti yoktur. Bence en iyi çözüm ulusal yarışmaları ve büyük para ödüllerini kaldırmak. Ulusal yarışmalar bile sonuçta kazananların tabiiyetine bakıldığında görüleceği gibi aslında uluslararası yarışmalar. Berlin, Venedik ve Cannes uluslararasılar ama sırasıyla Alman, İtalyan ve Fransız yapımlarına fazlaca yer veriyorlar. Bizde de böyle olsun. Hem bu sayede hiç de yarışmayı hak etmeyen bir ton yerli filmden de kurtulmuş oluruz. Ayrıca ülkemizde düzenlenen uluslararası yarışmalar hep gölgede kalıyor. Antalya’da ya da İstanbul’da uluslararası yarışmaları kim kazandı diye sorsam, çok az kişi bilir, hatırlar. Açıkçası kimsenin de pek umurunda değildir. Ulusal ve uluslararası diye ayrı yarışmalar düzenlemek yerine bu festivaller tek bir uluslararası yarışmaya yönelse daha iyi olmaz mı? Bu festivallerde yerli filmlere verilen para yine başka biçimlerde sinemaya aktarılabilir. Antalya ve İstanbul Film Festivalleri’nin bu konuyu düşünmelerini öneririm. Sinemamız uluslararası yarışmalarda boy gösteriyor ve hatırı sayılır ödüller de alıyor. Korkacak bir şey yok yani.     
 
İHBARIN GEREKÇESİ KÜRTÇE KONUŞMAK!
Festivalin sorumluluğu olmasa da festival sırasında yaşanan en sinir bozucu olay ise iki genç belgeselcinin, Antalya sahilinde otururken polis tarafından terörize edilmeleriydi. Uğur Vardan, pazartesi günü Radikal’deki köşesinde bu tatsız olaya yer verdi. Zaten belgeselcilerden Zeynep Oral (gazeteci Zeynep Oral’la karıştırılmasın) ödül konuşmasında da bu konuya değinmişti. Zeynep Oral ve Bülent Öztürk adlı genç belgeselciler, bir akşam otelin önündeki sahilde oturup sohbet ederken, iki sivil polis tarafından “hakkınızda ihbar var” deyip, sert bir muameleye maruz bırakılıyorlar. İhbarın gerekçesi de Kürtçe konuşmak! Oral ve Öztürk Kürt olmadıkları gibi Kürtçe de bilmiyorlar. Maazallah bir de gerçekten Kürt olsalardı, üstüne üstlük Kürtçe konuşsalardı ne olacaktı? Bu olay bana tanık olduğum bir başka olayı hatırlattı. Taksim’de merdivenlerden Gezi Parkı’na çıkıyordum. Yanımdan geçen Kürt oldukları şivelerinden ve tiplerinden belli olan iki gençten biri biraz yüksek sesle ama bağırmadan, nara hiç atmadan “ah ulan ah, bu merdivenlerde sürünecek adam mıydık” tarzında bir söz söyledi. Orada bulunan polis derhal “Ne bağırıyorsun lan? Gel bakayım buraya” dedi. “Abi, biz size söylemedik” falan derken gençlerin çevresi 7-8 polis tarafından sarıldı. O çocuklar Kürt olmasalar, bunlar başlarına gelir miydi? Belki de gelirdi. Kaldırımı olmayan bir yolda yürürken, arkamdan gelen bir sivil polis aracına bekle dediğim için neredeyse ben de karakola çekiliyordum bir keresinde. İç  geçirmek, kıyıda oturup denize taş atmak ve yolda yürümek tehlikeli bu ülkede. Ama hem Kürt hem de bunları yapan biriyseniz vay halinize! İleri Türk polis devleti demokrasisinde hayat böyle…
 
Not: Geçem hafta sözünü ettiğim “İşgücü çağırdık, insanlar geldi” sözü İsviçreli yazar Max Frisch’e aitmiş. Menend Kurtiz başta olmak üzere bana bu bilgiyi sağlayan okurlara teşekkür ederim.