Çanların kimin için çaldığına siz karar verin…

Ama “Çanlar kimin için çalıyor?” diye soruluyorsa, kastedilen bir tapınakta ibadete çağrı değildir. O soru; birileri için sonun yaklaştığı, alarm zillerinin çaldığını anlatır, tehlike yaklaşıyor demektir!

“Çanlar kimin için çalıyor?” aklınıza ilk Hemingway’i getirebilir ama bir eski hikâye de var: Kralı da, hakimi-hukuku da olan bir ülkede, çan ölümü haber vermek için çalınırmış. Kentin merkezindeki dev çan, sıradan bir vatandaş öldüğünde 1; esnaftan biri öldüğünde 2; önemli bir devlet adamı öldüğünde 3; kral öldüğünde de 4 kez çalarmış.

Bir gün, masumiyeti herkes tarafından bilinen bir vatandaş, beraat etmesi gereken bir davadan ceza alarak çıkınca da çan sesleri duyulmuş. 1, 2, 3, 45’inci çan sesi duyulduğunda, kraldan daha büyük birinin öldüğünü anlamış ve “Eyvah” demişler, “Adalet öldü!

İlk cümledeki çağrıya uyup çanların kimin için çaldığına karar verdiyseniz, şimdi de çanların bizde kaçıncı kez çaldığına karar verin.

Kim öldü? Kim ya da ne ölüyor?

Bildiğim yerden konuşacak olursam; bizim mesleğin ölümünün 7’si, 40’ı, 52’si çıkalı çok oldu!

Pençe-Kartal Operasyonu ile ordu havadan ve karadan K. Irak’a girdi. Bir kez daha PKK’nin bitirildiği müjdeleri duyuluyor televizyon ekranlarından.

HDP’liler mevcut anayasaya göre de bir hak olan yürüyüş için yola çıkmaya hazırlanırken teker teker yasaklar kondu şehirlere. İtip kakıp gazlayarak ve gözaltına alarak yolcu etti polisler Silivri’den.

Koronavirüste büyük başarımızın keyfini sürmeye başladığımız yeni normalin ilk günlerinden hemen sonra, haline ağladığımız ülkelerden çok daha ağır bir tehditle karşı karşıyayız.

14 Haziran’ın yeni vakalarını topladığınızda, Türkiye’deki yeni hasta sayısı, bırakın haline acıdığımız İspanya ve İtalya’yı, 17 Avrupa ülkesinin toplamını sollamış durumda. İtalya 338, İspanya 323, Almanya 248 vaka ile karşı karşıya iken biz 17 Avrupa ülkesinin toplamı olan bin 450 yeni vakaya 112 fark atarak 1562’ye ulaştık! Gidişat bu!

Sıralanacak daha çok şey var, ama “çanlar çalıyor” demek için bunlar da fazlasıyla yeter, değil mi?

Yukarıdaki konulardan hangisini alırsanız alın ve medyanın kahir ekseriyetinde nasıl haberleştirildiğine de siz karar verin.

Habertürk’teki bir tartışma programında; ne zamandır HDP tartışılırken hiçbir kanalın yasal bir parti olan HDP’ye söz hakkı vermediği söylenince, sunucunun kendisi de inanmayarak, bir nebze gazeteciliğe bulaşmış herkesin yüreğini sızlatacak bir açıklama yaptı: “Burası bir kamu televizyonu değil. Özel bir sektörüz. Bu bir tercihtir.

Oysa, artık çoktan eskimiş olan “yüzde 50-50 gazeteciliği”, “objektiflik”, “tarafsızlık” tam da o özel sektörle ortaya çıkmış bir şeydi. Batı gazeteciliği, bir meselenin mutlaka her iki tarafına da söz hakkı verilmesi gerektiğini yıllarca kutsal bir ilke olarak savundu durdu.

Sonra, yine Batı’dan, gazeteci denilince aklıma ilk gelen R. Fisk gibi isimler, bunun gazetecilik olmadığını, köle gemisi kaptanıyla gemideki kölelere; bir Nazi kampı subayıyla kurbanlara aynı oranda söz hakkı verilemeyeceğini söylediler: “Gazetecilik tarafsız ve önyargısız olmayı gerektirir, ama acı çekenlerin safında!” dediler.

Bu memlekette, liberal/özel medyanın “yüzde 50-50 gazeteciliği” de çoktan öldü, ne yazık ki. Tarafsızlık; hep resmi görüşe yer vermek, televizyona sadece iktidarın izin verdikleri listesinden birilerini çıkarmak olarak anlaşılıyor.

Çanlar en çok acı çeken insanlar; işsizler, yoksullar, açlar, söz hakkı verilmeyenler için çalar. Hadi yine siz karar verin; nerede onların safındaki gazetecilik?