Ve sonunda Cannes’dayım. Şimdilik çok parlak filmler izlemedik. Aldığımız son duyumlara göre Nuri Bilge Ceylan’ın yarışmadaki filmi...

Ve sonunda Cannes’dayım. Şimdilik çok parlak filmler izlemedik. Aldığımız son duyumlara göre Nuri Bilge Ceylan’ın yarışmadaki filmi “Bir Zamanlar Anadolu’da” bahisçilerin en büyük favorisiymiş!!!...

 

Hacı olmanın zamanı çoktan gelmişti. Gittiğim her festivalde defalarca karşılaştığım  “Cannes’a geliyor musun?” sorusuna olumsuz yanıt vermekten bıkmıştım. Sinema festivallerinin en büyüğü ve en önemlisine gitmeden kendimi ‘film eleştirmeni’ olarak tamamlanmış hissetmeyecektim. Ve sonunda Cannes’dayım.

Burasının bir sahil kasabası olduğu söyleniyor. Doğrudur herhalde. Denizi uzaktan gördüm. Gelir gelmez, soygun filmlerinde görülebilecek hızlı bir operasyonla akreditasyon kartımı aldım, bavulumu Defne’nin (Gürsoy) arabasının bagajına attım ve kendimi ilk yarışma filminin sırasına attım. Burada yaşa başa bakmıyorlar, festival kartım basın hiyerarşisinin sonunda yer alıyor. Bu da, daha iyi kart sahibi olan başkaları elini kolunu sallayarak filmlere girerken, uzun sıralarda beklemek ve yer bulamama ihtimali ile karşı karşıya olmak demek. Tam bir kast sistemi hüküm sürüyor burada. Defne bana kol kanat germese ve yol yordam göstermese bazı filmleri zor seyrederdim.

ÇAĞDAŞ BİR VAROLUŞÇU SİNEMA ÖRNEĞİ

Daha kalacağım yeri görmeden, yarışma filmlerinden ilkine giriyorum böylece. Avustralyalı yönetmen Julia Leigh ilk filmi ile Cannes’da ana yarışmada yer almayı başaran ender yönetmenler arasına girmiş. ‘Uyuyan Güzel’ (Sleeping Beauty) adlı filmini çekmeden önce Leigh’in bir yazar olarak oldukça başarılı bir kariyeri varmış fakat. ‘Avcı’ (1999) adlı ilk romanıyla birçok ödül almış. Leigh, ilk filmini çekmeden önce yapması gereken her şeyi yapmış, atölyelere katılmış, kitaplar okumuş, setlere gitmiş. Sonuçta da etkileyici bir film yapmış ama… Filme yapım desteği veren Jane Campion ‘Uyuyan Güzel’i çağdaş bir varoluşçu sinema örneği olarak tanımlamış. Bu galiba şöyle bir şey demek oluyor: Sınıfsal ve politik okumalar o kadar da önemli değil, perdede gördükleriniz böylesi çağrışımlar yapsa da asıl söylemek istediğimiz insanlık hallerine ilişkin bir şey. Bunun da belirli nedenleri yok. Bir insanın neden öyle değil de böyle olduğu, neden öyle değil de böyle davrandığı varoluşa dair bir şey. ‘Beni Asla Bırakma’ son derece politik konusunu nasıl apolitikleştirdiyse, ‘Uyuyan Güzel’de de politik bir konuyu politika dışında ele alma hali olduğunu düşünüyorum. Tabii ki her şey politik değil. Ama bazı şeyler politiktir. Kaldı ki çağdaş varoluşçu sinemada psikolojinin de hakkı verilmiyor.

Filmin kahramanı Lucy (Emily Browning) üniversite öğrencisi genç bir kadın. Arkadaşlarıyla bir evi paylaşıyor, bir yandan da para kazanmak için acayip işler yapıyor. Tıp deneylerinde kobay oluyor, fotokopi çekiyor vs. Sonra zengin ve yaşlı adamların fantezilerine hizmet etmeye başlıyor. Lucy lüks bir malikanede ilaçlı bir çay içirilerek uyutuluyor, çırılçıplak soyulup yatırılıyor. Ardından yaşlı adamlar gelip onunla ilgili fantezilerini yaşıyorlar. Lucy kendisine ne yaptıklarını bilemiyor. Lucy’nin durumunu yönetmen ‘radikal pasiflik’ olarak tanımlamış. Uyuyan güzel olarak çalışması bir tesadüf ya da parasal sıkıntıların sonucu değil yani. Lucy bu işin kadını olduğu için bu iş onu buluyor. Dolayısıyla genç bir üniversite öğrencisinin değerli zamanının çoğunu manasız işlerde çalışarak geçirmesi filmin sorguladığı sosyal bir gerçeklik değil. Yaşlı zenginlerin, genç bedenleri sömürüsü de asıl meselemiz değil. Peki ama ne o zaman? Lucy’nin radikal pasifliğinin psikolojik nedenleri de ortada yok. Sonunda Lucy bir değişim geçiriyor, isyan ediyor. Film bittiğinde alkışlayan da oldu, yuhalayan da. Genelde çok beğenilmedi galiba.

Seyrettiğim ikinci yarışma filmi ‘Morvern Callar’dan tanıdığımız Lynne Ramsay’in ‘Kevin Hakkında Konuşmamız Lazım’ (We Need to Talk About Kevin) adlı filmiydi. Kısaca söylemek gerekirse Ramsay’in filmi de çok iz bırakacak filmlerden değil. Oğluna doğduğu andan itibaren kötü davranan, onu özgürlüğünü kısıtlayan bir engel olarak gören annenin (Tilda Swinton) hikâyesini anlatıyor film. Son derece düzgün bir kocası var Eva’nın. Ama Eva hep başka hayatlar, başka maceralar düşlüyor ve oğluna bir düşmanmış gibi davranıyor. Sonuçta oğlu bir toplum düşmanına da dönüşüyor gerçekten. Gus Van Sant’ün ‘Fil’ adlı filminde anlattığı katliamcı gençlerden biri oluyor. Çizgisel olmayan bir anlatımı olan filmin en büyük kozu Tilda Swinton.

GENÇ YAŞTA ÖLÜMLE TANIŞAN GENÇLER

Cannes’ın yarışmalı yan bölümü Belirli Bir Bakış’ın açılış filmi ise Gus Van Sant’den geldi. Sant’ün filmi ‘Huzursuz’ (Restless) kendisinin en sevdiği tema olan ‘gençlik ve ölüme’ dairdi. ‘Fil’, ‘Paranoid Park’ ve ‘Son Günler’ gibi, bu filmde de genç yaşta ölümle tanışan gençleri anlatmış Sant. ‘In Treatment’ dizisiyle tanıdığımız, sonra ‘Alis Harikalar Diyarında” da gördüğümüz Mia Wasikowska üç ay ömrü kalmış, beyin tümörü olan Annabel adlı bir hastayı oynuyor. Anne ve babasını bir trafik kazasında kaybeden Enoch (Henry Hopper) ile Annabel tanımadıkları insanların cenazelerinde karşılaşmaya başlıyorlar. İkisi de kendilerini ölüm fikrinden uzaklaştıramıyor. Mezarlıklar, morglar, veda törenleri iki genci çekiyor. ‘Beni Asla Bırakma’daki aşk hikâyesinin, ayakları daha yere basan ve gerçekten de politik göndermeleri olmayan daha iyi bir versiyonu ‘Huzursuz’. Aslında yıllar öncesinde ‘Aşk Hikâyesi’ (Love Story) de benzer bir öykü anlatmıştı. Sant’ün filmi insancıl, duyarlı ve düzgün bir film. Fakat unutulmayacak bir film değil.

Kısacası şimdilik çok parlak filmler izlemedik. Aldığımız son duyumlara göre Nuri Bilge Ceylan’ın yarışmadaki filmi “Bir Zamanlar Anadolu’da” bahisçilerin en büyük favorisiymiş!!! Hadi bakalım! Ne yazık ki filmi büyük ihtimalle göremeden festivalden ayrılacağım.

 

...

 

‘KÜÇÜK BEYAZ YALANLAR’

 

FransIz sineması, küçük burjuvaların acı-tatlı hayatlarını anlatmayı sever. Bu sinemanın en güzel örneklerini 70’li yıllarda Claude Sautet yapardı. ‘Sen, Ben Ve Diğerleri’ (Vincent, François, Paul …et les Autres) bu sinemanın en mükemmel örneğiydi. Fransa’da sınıf ayrımları Cannes’daki hiyerarşiye bakılırsa gayet keskin ama bu sinemada işçiyle patron, masör ile müşterisi ve hatta fahişerle “ahlaklı” vatandaşlar bir arada yaşarlar, bir arada eğlenirler. Ama ‘Küçük Beyaz Yalanlar’da Sautet filmlerinin tadı yok, ne yazık ki. Bir arkadaşları ölüm döşeğinde yatarken birlikte tatile giden, sonra büyük pişmanlık duyan, aşk acılarıyla, bağlanma sorunlarıyla cebelleşen bir grup Fransız küçük burjuvanın hayatını anlatan ‘Küçük Beyaz Yalanlar’ Fransa’da eleştirmenlerce yerden yere vurulmuş. Ama yine de hafif bir şeyler izlemek istiyorsanız o kadar da kötü bir seçenek değil.