Festivalin üçte birini tamamlarken, henüz heyecan verecek boyutta bir film izlemedik. Heyecanla beklenen İsveçli Ruben Östlund’un ‘The Square’si ne yazık ki büyük bir filmin köşesinden dönmüş

Cannes’da henüz Palmiye adayı yok

DEFNE GÜRSOY
defnegursoy2013@gmail.com


İsveç sinemasına yepyeni bir soluk getiren Ruben Östlund, 2014’de Cannes’da Belli Bir Bakış’tan ödülle dönen ‘Turist’den sonra, Resmi Yarışma’da ‘The Square-Dörtgen’ ile yarışıyor. İsveç ve Batı toplumlarında misantropi ve özellikle insanların güven sorununu acımasız bir hicivle anlatan film, Stockholm’de bir modern sanat müzesinin küratörü Christian’ın (Claes Bang) görünürde seçkin ve sorunsuz hayatını sarsacak küçük günlük sarsıntılar ile başlıyor. İşin çelişkili tarafı ise, yeni hazırlamakta olduğu serginin bir ‘Dörtgen’ içinde herkesin eşit olduğu ve birbirine güvenmesi gerektiği bir neon kareden oluşması. Modern sanat dünyasındaki kavram kargaşasını ve bu dünyanın gösterişli dilinin ardına gizlenmiş anlamsızlığı konu ettiği diyalogla “Dörtgen”in ilk saati bizleri çok etkiledi. Özellikle Elisabeth Moss’un canlandırdığı Amerikalı gazeteci ile küratörün sanat ve müzedeki sergiler üzerine yaptığı söyleşinin diyaloğu, belleklerde uzun zaman kalacak. Ancak iki buçuk saate uzattığı film ne yazık ki hem gereksiz uzatmalara ve kaçınılmaz tekrarlara, hem de kara mizahtan ve şaşırtmacadan uzaklaşarak, toplumsal eleştiri ve drama dönüşünce, filmin çizgisi kaymış. Örneğin, bir gecelik aşk yaşadığı Elisabeth Moss’la küratörün tartışma sahneleri devam etsin ve film komedi unsurunu kaybetmesin. Filmin diyalogları gereksiz uzuyor, ciddileşiyor ve sonuçta şaşırtmacanın cazibesi ortadan kalkıyor. Ana karakter Christian’ın temel taşları bir bir çökerken, sorumlu bir baba olarak toplumun huzursuzluklarını ve suçluluğunu birdenbire sırtlanması hiciv ögesini yok ediyor. Geçen yılki yarışmadan eli boş dönen Maren Ade’nin ‘Toni Erdmann’ı gibi tatsız bir sürprizle karşılaşabilir.

Yarışmanın ilk Fransız filmi Robin Campillo’nun ‘120 Battements par minute-Dakikada 120 Kalp Atışı’, Amerika’daki ACT UP’un Fransa’da 90 yıllarda kurulan uzantısı olan AIDS’li aktivist örgütünün didaktik ve gereksiz derecede uzun “öyküsü”. Eşcinsel mücadele ve AIDS sorununa hassasiyetimizi neredeyse sınayacak boyutta başarısız filmin, yarışmada ne aradığını anlamak zor. Hele geçen seneki Alain Guiraudie’nin çok başarılı ‘Dik Durmak-Rester Vertical’ının tadı damağımızda iken, sonunu getiremedik.

Rasoulof’un filmi ve İran Seçimleri

İranlı seçmenlerin ılımlı Hasan Ruhani’yi yüzde 57 oyla yeniden başkanlığa seçtikleri gün, muhafazakâr rejimden yıllardır baskı gören, tutuklanan yönetmen Mohammed Rasoulof’un ‘Dürüst Bir Adam’ı, Belli Bir Bakış’ta ilk gösterimini yapıyordu. Bu bölümün en iyi (ve muhtemelen ödülle dönen) filmleri arasına gireceğini tahmin ettiğimiz film, İran’daki rejimin rüşvet ve baskı ile hükmünü, küçük bir kasabada okul müdürü karısı ve oğluyla yaşayan Reza’nın gözünden anlatıyor. Rasoulof, filmi yazmaya “İran’da rüşvet kısır döngüsünü reddeden birinin başına neler gelir?” sorusuyla başladım diyor. Üniversite’den muhalifliği yüzünden atılan bu adam, başta destek veren karısı bile sonunda “ver gitsin” dediği rüşvetleri reddediyor, kafa tuttukça da zorlanıyor. ‘Dürüst’ kalmaya çalıştıkça yerel mafya-devlet-din adamları üçgeninin saldırıları nedeniyle ailesi hariç her şeyini kaybediyor... Reza’nın hikâyesi Rasoulof’un yaşadığı baskıların bir izdüşümü adeta. Boyun eğmeyene karşı şiddet kaçınılmaz, ufukta ise henüz kapkara tablodan kurtulma olasılığı görünmüyor. Tıpkı Rasoulof’un seçim sonuçları ile ilgili yorumu gibi “Daha iyimser olmak henüz erken”.