Önceki gün yarışmada “Fransız günüydü”. Çok beklenen Jacques Audiard’ın ‘Deephan’ı hayal kırıklığı yaşattı. Guillaume Nicloux’nun ‘Valley Of Love-Aşk Vadisi’ ise hoş bir son gün sürprizi

Cannes’da sona yaklaştık

DEFNE GÜRSOY - CANNES

Jacques Audiard, 20 yılda sadece 7 filmle Fransız sinemasının en önemli isimleri arasında yer alıyor. 2009’da ‘Bir Peygamber’ ile Cannes’da Büyük Ödülü alan Audiard, 2012’de “De Rouille et d’os-Pas ve Kemik”le festivalden eli boş dönmüştü. Bu yıl ‘Deephan’ ile yarışan yönetmenin yeni filminin ses getirmesi için birçok özelliği var. Öncelikle konusu... Siyasi mülteci olarak Fransa’ya geldikten sonra, ülkelerini bırakmak zorunda kalan insanların zorlu şartlarını çok etkileyici bir gerçeklikle gösteriyor. İkincisi, Sri Lankalı mülteciler, özellikle de eski bir Tamul gerillası etrafında bir hikâye geliştirmek cesaret ister. Son olarak, filme adını veren karakteri oynayan ‘Deephan’ı gerçek bir eski gerilla, şimdilerde birçok kitaba imza atan Shobasakthi mahlaslı yazar Jesuthasan Anthonythasan oynuyor. Deephan, Paris yakınlarında çetelerin hüküm sürdüğü zor bir toplu konut sitesinde yeni bir yaşam kurmaya çalışır. Sri Lanka’dan ayrılmadan önce ilticayı kolaylaştırmak amacıyla da yanına karısı ve kızı olarak tanıtacağı bir kadın ve kızı da yanına alır. Audiard, birbirine yabancı bu “sözde aile”nin içeride ve dışarıda yaşadıkları zorlukları sade bir hassasiyetle anlatırken, birden Deephan’ın içindeki eski savaşçıyı canlandırmayı tercih ederek anlamsız bir son bölüm çıkartmış ortaya. Çok iyi başlayan film, ne yazık ki sonuna doğru nefessiz kalıyor, hikâyenin büyüsü gereksiz bir sapmayla yok oluyor.

‘Aşk Vadisi’ ile Cannes’a ilk kez seçilen Guillaume Nicloux’nun bundan önceki iki filmi Berlin Festivali’nde yer almıştı. Fransa’nın 2 dev oyuncusu, Isabelle Huppert ve Gérard Depardieu’yü Kaliforniya’nın doğusundaki ‘Ölüm Vadisi’nde yerleştiren film, özgün hikâyesi ve başarılı diyaloglarıyla hoş bir festival sonu sürprizi. En İyi Senaryo ödülü verilebilir.

Ana yarışmada iki film kaldı: Michel Franco’nun “Chronic”i ve Justin Kurzel’in Shakespeare’in orijinal dilinden İngilizce altyazıyla izleyeceğimiz “Macbeth”i. Her yıl olduğu gibi tahmin ve tercihlerimiz yarına...

***

Cannes’ı hâlâ sindirmeye çalışıyorum

Ziya Demirel ‘Salı’ ile Kısa Film Altın Palmiyesi için yarışıyor. Demirel’in 8 ‘rakibini’ izledikten sonra, bu yıl ana yarışmanın genel vasatlığının bu seçkiye de yansıdığını belirtelim. Hikâyesinin kurgusu, Türkiye’de pek rastlamadığımız özgün sinema dili, farklı mekânların başarılı kullanımı ile ‘Salı en iyi 3 filmden biri. Ziya Demirel’le BirGün için söyleştik.

>> Cannes’da yarışmaya seçilmiş olmak nasıl bir duygu?
Karışık bir duygu ama doğrusu seçilmek zaten ayrıcalık, dolayısıyla beklenti içine girmemeyi tercih ediyorum. Yapımcım başvurduktan sonra haber gelince daha çok şaşırdım ve hâlâ sindirmeye devam ediyorum. Filmimizden memnunduk, Cannes’a gelmek de filmin daha fazla seyirciyle karşılaşacak olması anlamına geldiğinden çok sevindirici.

>> Filminize neden ‘Salı’ adını verdiniz?
Biz “herhangi bir gün” kavramına vurgu yapmak istiyorduk. Ana karakterimiz olan genç kadının sıradan bir gününü, rutinini anlatmak için kullandık.

>> Genç bir kadının günlük rutini içindeki erkeklerle seçilmiş ve seçilmemiş ‘temaslarını’ işliyorsunuz. Neden böyle bir konu seçtiniz?
Genç kadının temaslarının 3 tane boyutu vardı. Epizodik bir anlatım yapabileceğim bir hikâye olduğu için tercih ettim. Çok da yapılan bir şey değil hikâye anlatımı olarak, onun için bu epizodik tarzı denemek istedim. Gerçek bir kadın karakter yaratmaya çalıştık, masum, sessiz, tırnak içinde temiz biri imgesinden çıkmak istedik.

>> Bu üç teması nasıl niteleyebiliriz?
İlk temas kendi seçimiyle gelişiyor, heyecan duygusu ağır. İkincisi tam tersine otobüste yaşadığı iğrenme, sonuncusunun içinde ise bir ölçü isyan, bir ölçü de oyun var.