Sinema yazıları yazmaya başlayalı on yılı geçti. En büyüğünden en mütevazısına festivallere katıldım, jürilerde yer aldım. Ermenistan’dan Kore’ye, Hindistan’dan İspanya’ya birçok ülkeyi görmenin yanısıra, sinema sevgisinin birleştirdiği ve dünyanın dört bir yanından gelen sanatçılar, gazeteciler, yazarlar, oyuncularla tanışma fırsatım oldu. Bunun gerçek bir ayrıcalık olduğunu da asla unutmadan... 

Bu buluşmalarda ister istemez Türkiyeli olarak belli bir “temsil” de üstlenmiş oluyorsunuz. Ancak bunu sadece bireysel düzeyde, gayrıresmi olarak yerine getirmekle yetiniyorsunuz. Oysa özellikle kültürel etkinliklerde, Türkiye’nin “resmi” temsili konusunda söyleyecek çok şey var. Ne yazık ki, şahit olduklarımızı göz önünde bulundurursak, büyük bir çoğunluğu methiyeden çok eleştiri içerecektir. Bu yüzden, nadiren de olsa, yüzümüzü güldüren temsillerden birini paylaşmak istedik. 

65. Cannes Film Festivali biterken, Türkiye medyalarının yansıttıklarının yanısıra, sessiz sedasız, ancak bir o kadar da etkili Türkiye varlığına değinmenin zamanı geldi. 2006 yılından beri Cannes’daki “Uluslararası Köy”de  (ve Berlin Film festivalinde) Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın finanse ettiği Türkiye standının organizasyonunu Ankara Sinema Derneği (ASD)/Gezici Festival üstleniyor. Ahmet Boyacıoğlu ve Başak Emre’nin yıllardır özveriyle yönettiği stand, birçok yabancı meslektaşımız tarafından yıllardır “Cannes’ın en aktif ve sempatik standı” seçiliyor. Her akşam 18.00’de “Happy Hour” başlarken, dünyanın kalburüstü sinema yazarları, festival yöneticileri, oyuncular, yönetmenler Türkiye standında buluşuyor. Oyuncu, yönetmen ve senaryo yazarı Rıza Sönmez ile birlikte her yıl sayıları giderek artan “Kısa Filmci” genç yönetmenlerin destekleriyle dönen ikram ve ağırlamanın bu nitelemeye katkısı çok büyük. Ancak ASD’nin emeklerini bu sıfatlara indirgemek doğru değil. Zira bu, görünen yüzü.  

Görünmeyen yüzüne gelince, yüzümüzü daha da güldüren kısmını oluşturuyor. ASD’nin her yıl yayınladığı Türkiye sineması katalogları, kısa film, kısa belgesel ve uzun metrajlı filmlerden fragmanların yer aldığı DVD koleksiyonları, ülkemiz sinemasını ve yaratıcılığını tanıtmak için eşsiz birer belge niteliğinde. Bu belgeleri dikkatle, her birini kime verdiklerini not ederek, başka festivallerde başlattıkları ilişkilerin devamını ve akışını belgeleyerek veriyorlar. Öyle ki, dünyanın herhangi bir yerinde Kısa Film festivali düzenleyen yöneticiler gelip o yıl Türkiye’de gerçekleştirilmiş sinema eserlerini hazır olarak bulabiliyorlar. Böylece birçok film, dünyada gösterilme şansı elde ediyor. Öte yandan, genç yapımcılar, yönetmenler ve oyuncular projelerini ve portföylerini geliştirmek için önemli karşılaşmaları burada yapıyor.

ASD’nin üstlendiği bir diğer işlev, festivale gelen tüm Türkiyelilere de bir “karargah” sunmak. Ben dahil birçok gazeteci söyleşilerini burada gerçekleştiriyor, yarışmada olsun olmasın tüm yönetmen ve oyuncular standı buluşmaları için kullanıyor. Ayrıca, bu yıl olduğu gibi, Nuri Bilge Ceylan’ın Fransız Yönetmenler Birliği’nden aldığı “Altın Fayton” ödülü akabinde bir davet düzenleniyor, Fatih Akın’ın “Cennet Bahçesinde Çöplük” belgeselinin gösteriminden sonra Alman standıyla ortaklaşa bir gece gerçekleştiriliyor. Rezan Yeşilbaş Kısa Film Altın Palmiye’sini aldığında, yine kutlama mekanı Türkiye standıydı. 

Türkiye’nin uluslararası alanda kendini tanıtması için kat edeceği uzun bir yol var. ASD gibi bunu ziyadesiyle iyi yapanlara şahit olunca, temsilin “bilenlere” devredildiğinde ne denli

etkili ve düzeyli olabileceği ortaya çıkıyor. Temennimiz, yüzümüzü güldüren örneklerin önünün kesilmeden çoğalması...