Prof. Dr. Oğuz Lav, 7 Nisan 2018 Cumartesi sabaha karşı bütün hayatını geçirdiği Çapa Tıp Fakültesi’nde hayata gözlerini yumdu. Onu yakından tanıyan herkes önce çok şaşırdı, sonra da çok üzüldü. Oğuz Hoca’nın ölebileceğine kimse “ihtimal” vermiyor gibiydi.

Hoca o kadar hayat doluydu ki, ölüm onun epeyce uzağında duruyordu. Oysa yaşı 88’e varmıştı. Ama Oğuz Hoca, ağır duyan kulaklarının iletişim eksikliğini, yeni öğrendiği sosyal medya üzerinden hızla kapatmıştı.

Bu bakımdan da her yaşında daima genç kalabilmeyi başarmıştı.

Oğuz Lav, önce psikiyatri ihtisasına yönelmiş, sonra dermotolojide karar kılmıştı. Çaresi olmayan cilt hastalarının son adresi Çapa Tıp Fakültesi’nde Oğuz Hoca’nın muayenehanesiydi.

Oğuz Hoca’nın en ayırt edici özelliği para ile olan uzak mesafesiydi: Hiçbir hastasından para almazdı!

Muayenehane de açmadı.

Dersler dışında onu her zaman odasında bulabilirdiniz. Randevuya da gerek yoktu. Derdi olanlar erken gelip “kahve saatlerinde” kendini Oğuz Hoca’nın hekimliğine emanet edebilirlerdi. Hoca sabahtan gelenlere kendi elleriyle kahve ikram ederdi. Kahve servisi saat 12.00 itibarıyla biterdi. O andan sonra “viski saati” başlardı.

Hastalarla hızlı biçimde muayene seanslarını tamamlayan Oğuz Hoca, son hastasını da uğurladıktan sonra akşamüstüne doğru kendisi de ortama uyum sağlardı.

Bir seferinde cüzdanı şişkin bir fabrikatör gelmiş ve şifa bulmuştu. İlla ki para vermek istiyordu. Borçlu kalmak istemediğini söylüyordu. Oysa bu, Oğuz Hoca’nın hayat zincirinden bir halkayı kopartmak olacaktı. Adam direniyor, Hoca da karşı koyuyordu. En sonunda Hoca keskin zekâsını devreye soktu:

-Ben 35 yıldır, hastalardan para almadan buraya kadar geldim. Eğer param çok mutlaka para vereceğim diyorsan, geride kalan yıllarda tedavi edip para almadığım bütün hastaların vizite ücretlerini git hastanenin döner sermayesine yatır, fişini de bana getir!

Adam geldiğine de, Oğuz Lav’a tedavi olduğuna da ona para için ısrar ettiğine de bin pişman olmuş halde Çapa Tıp Fakültesi’nden ayrılmış, bir daha da gelmeye cesaret edememişti.

Oğuz Lav en kısa biçimde “Gönül İnsanı” idi.

Oğuz Hoca ile 1980’lerin ikinci yarısında tanışmıştık. Onu tanıyan herkes gibi bizlerde bir daha ondan kopamamıştık. Onun “manevi oğlu” unvanına sahip Prof. Dr. Tarık Altınok ile birlikte (onlar usta-çırak bağı güçlü bir ikiliydi) sayısız defa uzun sohbet masalarında oturduk. Karikatürcüler Derneği’nin dillere destan 1 Nisan Yemekleri’nde Oğuz Lav ile Tarık Altınok “onur konukları” olarak yer alırlardı. Her ikisinin de biz gazeteciler arasında adları “Fıkra Profesörleri” idi. Mikrofondan anlatılabilecek olanları Tarık Altınok çıkar anlatır, tarihin en iyi fıkra anlatan sanatçısı Müjdat Gezen de yerinden kalkıp sahneye gelir, Tarık Altınok’u öperek tebrik ederdi. Mikrofondan anlatılamayacak cinsten olanları ise Oğuz Hoca olanca heybetiyle oturduğu yerde anlatır masadakileri kırıp geçirirdi.

Oğuz Hoca, Irak’ın kuzey kenti Süleymaniye doğumlu bir Kürt idi. Başta İngilizce, İspanyolca olmak üzere Kürtçenin farklı lehçeleri dahil yeri dil bilirdi.

Oğuz Hoca eski aşklarına karşı çok vefalıydı. Yetmişli yaşlarına geldiğinde gençlik aşkını bulabilmek için İbiza Adası’na gitmiş, yaşadığı bölgede sokak sokak dolaşarak onu aramıştı.

Onun hem hastanedeki odası hem de Rumeli Hisarı’ndaki evi davetli-davetsiz dostlarıyla dolup taşardı.

Arkasında insan zenginliğinden oluşan büyük bir hazine bıraktı. Bütün unvanları da silip attı:

-Çapa Tıp Fakültesi’nin Oğuz Hocası!