Çarpık hanede düzgün insan olur mu?

Bu hafta, bir filme analitik düzeyde yaklaşırken kullandığımız en basit formülasyon olan ‘3N prensibi’nin -NE anlatıyor, NASIL anlatıyor, NİÇİN anlatıyor- ilginç sonuçlar verdiği bir film gösterime giriyor: Crooked House/Çarpık Evdeki Cesetler. İlk N’nin yanıtı basit: Agatha Christie’nin 1949 tarihli romanından uyarlanan Crooked House, çok zengin bir adamın zehirlenerek öldürülmesinden sonra devasa malikanede yaşayan aile fertlerinin maddi ve manevi çekişmeleri, takıntıları, arzuları çerçevesinde gelişen bir polisiye hikâye.

İkinci N’de film ilginçleşmeye başlıyor. Normalde anlatının biçim-içerik ilişkisinin çözümlendiği bu aşamada değerlendirilmesi gereken fazladan bir unsur var: Uyarlama tekniği. 20. yüzyıl polisiye edebiyatının en ünlü isminin bir yapıtından uyarlama söz konusu olduğu için ‘nasıl’ sorusunun yanıtı bu sefer kitapla film arasındaki benzerlik ve farklılıklarda ortaya çıkıyor.

Katilin kimliği de dahil olmak üzere Agatha Christie’nin romanındaki pek çok unsur senaryoda aynen kalırken, soruşturmanın merkezindeki cinayetin kurbanı olan zengin adam karakterinde çarpıcı bir değişimle karşılaşıyoruz. Romandaki Aristide Leonides İzmirli bir Rum’dur. 1884’te İngiltere’ye göç edip ileride restoranlar zincirine dönüşecek imparatorluğunun ilk dükkanını açar. Kısa sürede Londra’nın en ünlü restoranlarının çoğunun arkasındaki isim haline gelen Leonides işi büyütüp hazır yemek piyasasına girer. Bu arada 1. ve 2. savaşların sefalet ortamında parasına para katmak için ikinci el kıyafet ve ucuz mücevher ticareti gibi işler de yapar.

Kısaca, Christie’nin 1949’da yayımlanan romanındaki Leonides açgözlü ve hırslı bir kapitalisttir. Bu unsurlar Leonides’i olumsuz bir karakter yapar ama özellikle kötü yapmaz. Oysa üç senaristin yarattığı filmdeki Leonides kesinlikle çok kötü bir adam: Yunan İç Savaşı sırasında anti-komünist örgütlenmeyi yönlendirmiş, CIA için çalışmış, istihbarat katkılarından dolayı ABD yönetiminin himayesinde birçok yatırım yapmış, servetinin kökeninde halkların kanı bulunan, iğrenç bir faşist... Leonides hakkındaki şu sözleri de torunu söylüyor: “Savaş sırasında işleri genişletti: Bombalar… Önce şehri yerle bir edersin sonra da şehre girip yeniden inşa edersin…”

Öyle görünüyor ki, senaristler anlatıdaki diğer karakterleri neredeyse olduğu gibi bırakırken torunları başta olmak üzere malikanedeki hiç kimsenin sevmediği, topluma bakışı “Aptal insanlar savaşta ölmekten başka bir işe yaramaz.” sözüyle özetlenen, cinayet şüphelilerinin en kötüsünün bile kat kat iyi olduğu iğrenç bir adam yaratmak için çok özel bir çaba harcamış. Senaryoda da payı bulunan yönetmen bu karakteri öyle bir şekilde çiziyor, seyirciyi öyle tuhaf biçimde yönlendiriyor ki, bir süre sonra kendinizi Leonides’in katilinin yakalanmasını istemez halde buluyorsunuz.

Üçüncü N’ye gelince…

Filmin ‘niçin’ bu hikayeyi anlattığı sorusunun cevabı, Leonides’in acımasız faşist kapitalizminde yatıyor. Malikanede olup bitenler Avrupa hanedanlarının savaşlarını andırıyor. Hatta bir yerde Borjiya sülalesine de gönderme yapılıyor. Bu durumda belli ki faşist kapitalist Leonides’in malikanesi 20. yüzyıl Avrupasına denk düşüyor. Peki bu Avrupa’da neler oluyor?

1949’da, tam da Agatha Christie’nin Crooked House’u yayımladığı günlerde İngiliz yönetmen Carol Reed The Third Man/Üçüncü Adam adlı Graham Greene romanını perdeye uyarlamıştı. Crooked House’un 2. Savaş sonrası Avrupa’da tıbbi malzemelerin karaborsaya düşmesi sonucu yaşanan ölümleri, bu ölümlerin sebebi olan kapitalist insafsızlığı epey anti-Amerikan biçimde anlatan bu başyapıta hem öz hem de biçim düzeyinde yaptığı bariz göndermeler var. Her şeyin 1945’te -tam da savaşın bittiği yıl- doğmuş 12 yaşında bir kız çocuğunun etrafında düğümlendiği senaryo birincil anlam düzeyinde 2. Savaş sonrası, daha derinlerdeyse Soğuk Savaş sonrası Avrupa’nın yeniden inşa sürecinin kapitalist dinamiklerini, hanenin çarpıklığıyla o hanede yaşayanların durumunu tartışıyor.

Derinlerde yürüyen bu tartışma filmi komünist ya da sosyalist yapmaz tabii, ama bir anlatı türü olarak polisiyenin tam da Ernst Mandel’in Hoş Cinayet‘te ortaya koyduğu haliyle toplumsal değişimle bağlantılı olarak yaşadığı -yaşamak zorunda olduğu- değişimin 21. yüzyıldaki halini gösterir ki, bu da kısa günün kârıdır galiba...