Seçimlerin ardından sevinç içinde sokağa çıkan insanları izlerken içimde nedense tuhaf bir hüzün vardı. Neden ki?.. Freud’un insanlık tanımını hatırladım sonra; memeden kesilmeyle, hadım edilme kaygısıyla, ilksel sahne fantezileriyle, insanın ‘çaresiz bırakılan’ bir varlık oluşuyla umut arasındaki ilişkiyi… Bütün mesele, umut ve umutsuzluk dahil, insanın kendi çaresizliğiyle nasıl baş etmeye çalıştığıyla ilgiliydi. Bebekken muhtaç, ergenken […]

Seçimlerin ardından sevinç içinde sokağa çıkan insanları izlerken içimde nedense tuhaf bir hüzün vardı. Neden ki?.. Freud’un insanlık tanımını hatırladım sonra; memeden kesilmeyle, hadım edilme kaygısıyla, ilksel sahne fantezileriyle, insanın ‘çaresiz bırakılan’ bir varlık oluşuyla umut arasındaki ilişkiyi…

Bütün mesele, umut ve umutsuzluk dahil, insanın kendi çaresizliğiyle nasıl baş etmeye çalıştığıyla ilgiliydi. Bebekken muhtaç, ergenken kafası karışık, yetişkinken sorumluluklarla kuşatılmış, ihtiyarken hastalıklarla mücadele eden bir çaresiz… Doğduğu andan ölene kadar korkunun türlerini deneyimleyen bir çaresiz. Bu çaresizlik, inkâr edilse de, bastırılsa da, yansıtılsa da, her daim içimizdeydi. Asıl varoluş, o çaresizlikle yüzleşildiğinde mümkün olabilirdi.

Blanchot, ‘Karanlık Thomas’ romanında, umudu, insanın içindeki doymak bilmez bir canavara benzetiyordu örneğin, insanın çaresiz bırakılmış bir varlık oluşunu hatırda tutarak. Adam Phillips de, ‘Dehşetler ve Uzmanlar’ kitabında, korkunun umutla ve çaresiz bırakılmışlıkla ilişkisini anlatıyordu. Siyasi bir liderin etrafında kenetlenenlerin umudu, o insanların geleceğe dair korkularıyla ilişkili değil miydi? Korku, umuda ihtiyaç duyuyordu; Adam Phillips’in tabiriyle ‘çarpıtılmış bir umut’tu korku.

Psikoterapi kuramlarından öğrendiğim şey, çaresizliklerini tanıyıp kabul edebildiği ölçüde insanda hakiki kendilik güçleniyordu, kabul edemediğinde sahte kendiliklerin kucağına düşüyordu. İnsan çaresizliklerini tanıdıkça gelişip güçleniyordu.

Ernst Bloch, umutsuzluğu, insani ihtiyaçlar arasında en katlanılmaz, en dayanılmaz olanı diye tanımlamıştı, ‘Umut İlkesi’ kitabında. Sahtekârların bile, etkili olabilmek için yaltaklanıp tahrif ederek uyandırdığı umuda yaslandığını yazmıştı.

Neşe içindeki kalabalıktan ayrılıp denize doğru yürüdüm. Hava sıcaktı, bunaltıcı bir sıcak. Umuda dair düşüncelerimi sorguluyordum. Büyük mutluluklar, büyük umutlar, tıpkı büyük umutsuzluklar ve mutsuzluklar gibi insanın benlik sınırlarını silikleştiriyordu. Aşkta da böyle değil miydi? Kernberg, benliğin zaman sınırlarının geçilmesi, o eşsiz esrimeyle tarif etmişti aşkı, aşktaki cinsel tutkuyu. Ama sınırların geçilmesi, benliğin kaçınılmaz tehlikelerle yüz yüze gelmesi anlamına da geliyordu, korku ve saldırganlığı kışkırtan. Aşk, bu açıdan, belki de insanın kendi çaresizliğinden alıyordu gücünü. Başka birine duyulan kırılgan ama derin bütünsel bağlılık, hayatı yaşanır kılan fikirlere, değerlere ve özlemlere duyulan bağlılığı da güçlendiriyordu ve aşktaki ayrılık, tam da bu yüzden, insanın çaresizliğini bütün çıplaklığıyla hatırlatan yıkıcı bir güç haline gelebiliyordu.

Şöyle yazmıştı Kernberg, ‘Aşk İlişkileri’ kitabında: “Bir yanda âşık olunan nesneyle özdeşlik içinde sınırları aşarken öte yanda benliğin sınırları içinde kalmak, aşkın mevcut, etkileyici; ama bir o kadar da acı veren bir koşuludur.” Çaresizlik, âşık olunan kişiyle tam ve eksiksiz bir bütünleşmenin imkânsızlığıydı. Kernberg’in sözleriyle “çünkü âşık olunan kendini hem girilebilir bir beden olarak, hem de girilemez bir bilinç olarak” sunuyordu.

Çaresizlik ve umut, Turgut Uyar’ın ‘bir yanlışlık daima kalır’ dizesindeki derin anlamda gizliydi belki de… İmkânsız olandan vazgeçmeyen bir yanlışlık olarak insanlık…