BirGün dahil, muhalif medya ve siyaset alanında “iktidar kaybediyor, o yüzden baskıyı artırıyor” söylemi sürüyor. “Cassandra Sendromu”na mı yakalandım acaba diye düşünmeden edemiyorum. Yaklaşan felaketi haber verse de kimseyi inandıramama hali için kullanılan bir deyim. Yalnız olmadığımı biliyorum. Dahası, hepimiz içten içe bu duyguyu yaşıyoruz galiba. Ama yüzleşmekten korkuyor olabiliriz.

Yüzleşmek, sorumluluk almayı gerektirir. Farkına vardığında olup bitenin ve olmakta olanın, artık eskisi gibi yaşayamazsın. Elini taşın altına sokmak zorunda kaldığını bilirsin. Hakikat, karar almaya ve eyleme çağırır. Hakikat, neden sorusuna yanıt aramayı bitirir. Artık, her neden olmuş olursa olsun, gelmekte olanı değiştirmek için ne yapmam gerekiyor, sorusuyla yüzleşme zamanı gelmiş demektir.

İktidar bloğu kendi kendine çöküyor. Şimdi yapmakta oldukları cephanelerinde kalan son mermiler. Onlar da bitince yenilecekler! Bu düşüncenin rahatlatıcı bir yanı olduğu kesin. Aynı zamanda edilgenleştirici olduğu da. Ama korkunun, güçsüzlük hissinin, özgüvensizliğin de kanıtı.

İnsanca, çok insanca. Korona salgını için de aynı savunma düzeneğiyle ayakta kalmaya çalışıyor insanların büyük çoğunluğu. Kimi bilimcilerin, virüs mutasyona uğruyor galiba, öldürücülüğü azalıyor; bulaştığı insanı öldürünce kendisi de öleceği için, ölümcül olmayan biçime evriliyor gibi açıklamaları tam da anlatmak istediğim duruma örnek. Bu açıklamalar hem virüse bir akıl atfetme riskini barındırıyor ama asıl olarak yapabileceğimiz hiçbir şey yok, kendiliğinden sonlanmasını beklemeliyiz, çaresizliğinin ifadesi.

Neden öyle? Çünkü, korona salgını ile bilimsel mücadeleyi yapması gereken hükümetler (sermaye sınıfı) üstlerine düşeni yapmıyorlar. Bireyleri kendi çaresizlikleriyle baş başa bırakıyorlar. Tek başına ne yapacağını bilmez halde olan, nasıl korunacağını çok iyi bilse de ya hastalık ya açlıktan ölmek ikilemi arasına sıkışan insan da “iyimserlik afyonu” ile korkusunu gidermeye çabalıyor.

İspanya İç Savaşı’nda muhalif medyanın rolü ile ilgili bir gerçekten söz edilir. İç savaş boyunca Avrupa ve dünyanın dört bir yanından Cumhuriyetçiler safına katılmak üzere gönüllü akışı vardır. O zamanın sol “medya”sı moral olsun diye zafer haberlerini abartarak verir. Gönüllü akışı Cumhuriyetçiler kazanıyor nasılsa diye kesilir. Faşistlerin kazanmasının tek nedeni bu değildir elbet, ama Cumhuriyetçilerin sayısal olarak zayıflamalarına neden olduğu da açıktır.

Şimdi de iktidar kaybettiği için baskıyı artırıyor söylemi, neredeyse aynı işlevi görüyor gibi. Barodan sonra TTB ve TMMOB’ un sırada olduğu ve bu siyasetle Mecliste sürecin değişmesinin mümkün olmadığı açık değil mi? Yarın, seçime girme olanağının bile kalmayacağı bir seçimle karşılaşılırsa ne olacak peki?

Aman sokağa çıkmayalım, nasılsa düşüyorlar. Biz size bir restorasyon ittifakı hazırlıyoruz, millet iradesine de uygun. Merak etmeyin, ülkeyi, milleti, devleti sahipsiz bırakmayız. Aman şimdi “icat çıkarıp” soldan falan bahsetmeyin, ittifakı zedelemeyin! Bekleyin, kaybedecekler! Bekleyin seçimle geliyoruz!!!

Korona salgını da muhakkak sonlanacak. Geçmişin veba salgınları, geçen yüzyılın İspanyol Gribi, hep sonlandı. Öldü elbet ama hep çok öldürerek öldü.
Hakikat, solu çağırıyor. Millet değil hakikat çağırıyor. Bu ahlaki bir seçim. Zor elbet ama milleti sola çağırmaktan başka yol da yok. Yeter ki çağıranları susturmayın… Siz inanırsanız, millet inanmaya hazır.