Türkiye tarihinin en büyük işçi katliamı olan 301 madencinin öldürüldüğü Soma madenci kıyımının hesabı sorulmamışken, Şırnak, Ermenek ve en son da 14 Ekim 2022’de Amasra faciasıyla 41 işçinin sermaye tanrıları için kurban edilmiş olması, bize biçilen gömleğin açık bir göstergesi.

Çatallanma noktasına doğru
Bartın’ın Amasra ilçesinde 41 madenci hayatını kaybetti. (Fotoğraf: AA)

Mahir Ulutaş

Zaman, insan algısında hiç kuşkusuz doğrusal olarak “akmaz”. İçi boş, monoton ve tek biçimli olarak değerlendirilebilecek fiziksel zamanın tersine ki modern fizik bilimi açısından bu bile tam doğru değildir aslında, tarihsel zaman, siyasal, teknolojik, toplumsal vb. değişimlerin moduna ve temposuna göre hızlanıp yavaşlayabilen, belleğe ve olanaklar evrenine ev sahipliği yapan maddesel bir yapıdır.

İçinde bulunduğumuz tarihsel ve coğrafi momentte Türkiye, zamanın olağanüstü hızla aktığı, artık neredeyse kaotik bir yapıya doğru yelken açan görünümüyle nasıl bir geleceğe sahip olacağı bilinmez bir ülkeye dönüşmektedir. 21.yüzyılın ortasında, 90 yılı aşkın bir Cumhuriyet deneyimi olan ve bir kaç kuşak iyi yetişmiş insan gücüne sahip bir ülke, zor ve baskı yoluyla kendisine birkaç beden küçük bir gömleğin içine sığdırılmaya çalışılıyor. Türkiye tarihinin en büyük işçi katliamı olan 301 madencinin öldürüldüğü Soma madenci kıyımının hesabı sorulmamışken, Şırnak, Ermenek ve en son da 14 Ekim 2022’de Amasra faciasıyla 41 işçi sermaye tanrıları için kurban edilmiş olması, bize biçilen gömleğin açık bir göstergesi. Neredeyse her gün bir iş cinayetine uyanıyoruz.

Türkiye bu noktaya bir günde ve siyasal iktidarların iş bilmezliği nedeniyle gelmedi, dahası kimi özgünlükleri olsa da yaşanan ülkeye özel bir durum değil. 12 Eylül darbesiyle solun üzerinden silindir gibi geçen sermaye, dünya kapitalist sistemindeki büyük neo-liberal dönüşüme paralel olarak ve uluslararası emperyalist hiyerarşi içindeki “bağımlı” konumunu daha üst düzeyde yeniden üretecek bir azimle bu işçi cehennemini bile-isteye ve adım adım inşa etti. Öyleyse bugünü oluşturan yapısal dinamiklere kısaca da olsa bakmak “kaosun ardındaki düzeni” ve “sistemin kendi kendisiyle özdeş olmadığı patlama noktalarını” görmemizi kolaylaştıracaktır.

İyi bilinen noktaları maddeler halinde özetlersek;

1- 1970’li yıllarda sermayenin yaşamakta olduğu aşırı birikim krizi, emperyalist merkezlerde bir finansallaşma ve sanayisizleşme sürecinin eşlik ettiği neoliberal politikalarla çözülmeye çalışıldı. Bunun sonucu olarak çok uluslu sermaye adına temel malları ve hizmetleri, Batı’daki tüketiciler içinse düşük maliyetli mallar ve hizmetleri üretmek amacıyla küresel üretim, “Güney”e, bağımlı ve/veya eski sömürge ülkelere kaydırıldı.

2- 1980-2010 arasında küresel üretim bağımlı ülkelere kayarken, merkez ülkeler için zorunlu olmadığı düşünülen otomotiv, gemi imalatı, tekstil ve demir-çelik gibi emek-yoğun, enerji-yoğun endüstrilerin “Güney”e kaydırılmasıyla, bu ülkeler emperyalist merkezlere kalıcı surette bağımlı hale getirildi.

3- Bağımlı ülkelerdeki işçi sınıfının, küresel sistem içindeki payını hızla %50’lerden %80’lere çıkaran bu dönüşüm, sermaye için düşük ücretli, güvencesiz, büyük oranda henüz yeni tarımdan kopartılmış devasa bir işçi sınıfı yaratmak amacıyla, IMF ve DB eliyle katı bir özelleştirme ve serbestleştirme programlarının ülkelere dayatılmasını mümkün ve gerekli kıldı. Neo-liberal finansallaşma çağında, 3.Dünya Ülkeleri ya ekonomilerini küresel sisteme uyumlu hale getirmek ya da sistemden dışlanmak seçenekleri ile baş başa bırakılırken; işçi ve emekçi sınıfların bin bir emek ve mücadele ile kazanmış oldukları sosyal güvence, eğitim ve sağlık gibi temel altyapı alanları birer birer özelleştirilerek hem uluslararası sermaye için yeni kar alanlarına dönüştü hem de işçi sınıfı müthiş bir güvencesizlik sarmalına itildi.

4- Bu dönüşümün büyük bir şiddetle uygulandığı en temel alanlardan biri de tarım oldu. Geçimlik tarım yerine ihracatı teşvik eden DB politikaları ile tarımda kapitalistleşme ve merkezileşme büyük bir hız kazanırken, hem kırdan kente güvencesiz yeni işgücü göçü olacak muazzam bir nüfus hareketi yaratıldı, hem de var olan iş gücü yaşamsal gıda sigortalarından edildi. Diğer yandan tarımın kapitalist restorasyonu finansal piyasaların spekülatif etkileri ile gıda fiyatlarını yoksul halk için baş edilmesi zor bir seviyeye çıkardı. Yine aynı şekilde barınma da bir hak olmaktan çıkarılıp büyük spekülasyonların döndüğü, türev piyasaların işlediği bir yatırım aracına dönüşerek, işçileşen bu muazzam nüfus için büyük bir güvencesizlik kaygısı haline geldi.

5- Üretimin büyük oranda bağımlı ülkelere kaydırılmasıyla birlikte emperyalist hegemonya beş alandaki tekelin korunması ve bir silah olarak kullanılmasıyla sürdürüldü: finansal sistem, kitle iletişim teknolojileri, kitlesel imha araçları, teknoloji üretimi ve enerji kaynakları başta olmak üzere madenler ve doğal kaynaklara erişim. 1980li yıllardan bu yana doğal kaynakların çıkarılmasına dönük sektörlerin gelişimi, uluslararası tekellerin ve yerli işbirlikçilerinin tonlarca rezerve el koyup kontrol altına almasını, doğal kaynakları çıkarma hakkını satmak zorunda kalan devletlerin ise kar payı karşılığında desteğini gerekli kıldı. Büyük çaplı ekolojik felaketler ve çevresel yıkım pahasına yapılan bu tekelci el koymalar, verimli tarım arazilerini ve köyleri/kasabaları fiilen yok ederek güvencesiz işgücünü artıran bir etki yaratmanın yanında devletlerin bu süreçteki yeniden yapılanmasını da gösteren özlü birer örnek oldular.

6- Yukarıda ifade edildiği üzere bu süreçte siyasal iktidarlar ve devlet mekanizması da esaslı bir dönüşüme uğradı: kolluk yeniden organize edildi, özel güvenlik şirketleri yaratıldı, sendikalar devlet mekanizmasına içerildi, üst kurullar aracılığıyla temel önemdeki politika alanları uluslararası sermayenin doğrudan kontrolüne bırakıldı. Dahası bütün bunların dışında bölgecilik ve dincilik teşvik edilerek 1840lı yıllarının Manchester’ı benzeri sefalet koşullarında yaşamak ve çalışmak zorunda bırakılan bağımlı ülke işçi sınıfı için rıza üretilmesi hedeflendi.

Kısaca özetlenmeye çalışılan bu süreç, Türkiye’de de, yerel dinamikler ve sermayesinin gücü ve imkânları dâhilinde hayata geçirildi. 1980 ve 90’lı yıllardaki ön-hazırlık aşamalarından sonra sermaye, AKP şahsında “mükemmel” öznesini buldu. 2002 sonrası Türkiye, orta düzeyde gelişmiş sermayesi ve dışa bağımlı ekonomisiyle, uluslararası konjonktürün etkisiyle ülke sermayesi için yeni pazarlar bulmaya dönük hırslı ve aceleci bir bölgesel politikanın itici gücüyle yaratılan, sıcak para girişine ve kentsel kültürel alanların ve doğanın talanına dayalı ekonomik büyüme modeli içerisinde kentleşme, tarım, enerji ve madencilik alanları başta olmak üzere hemen her alanda büyük bir yıkım yaşadı.

Sadece enerji ve kömür madenciliği alanlarında yaşananlar dahi, sermaye makinasının işleyebilmesi için kurban edilen işçi ve emekçi kesimlerin yaşamı pahasına gerçekleştirilen ve bugün bize ülkeye özel bir anomali gibi gelen sürecin mantığını anlamaya yetecektir. Elektrik üretiminde kamunun payını günden güne azaltan ve bu alanı özel sektörün kâr hırsına teslim eden siyasi iktidarlar, sermayenin kolay inşa edilebilen ve hızlıca devreye girip çıkabilen doğalgazı kendi kısa vadeli çıkarları için daha rasyonel görmesi nedeniyle ülke için dışa bağımlı bir kaynak olan doğalgazın elektrik üretimindeki payını bile-isteye artırdı. Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu(EPDK) aracılığıyla her önüne gelene lisans veren akılsız enerji yönetimi ülkeyi adım adım bir atıl enerji santrali çöplüğüne çevirdi. Doğalgaz fiyatlarının anormal bir ivmeye artmasına ve Rusya-Ukrayna savaşının doğalgaz tedariki üzerinde yaratmış olduğu risklere rağmen söz konusu fosil yakıtın ülke kurulu gücündeki oranı %25, fiili elektrik üretimindeki payı ise 2021 yılı için %33, 2022 yılı içinse %22 seviyelerinde.

Doğalgazın aksine dünya coğrafyasına belli bir yaygınlık düzeyinde dağılmış olan kömür üretimi alanında da ülkede kamunun kömür madenciliği adım adım bitirilerek, bu alanda yaşanan özelleştirme ve taşeronlaştırmanın sonucu olarak her türlü işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerini ve mühendislik birikimini hiçe sayarcasına ilkel koşullara mahkûm edilen maden işçisinin toplu ölümü pahasına süper-sömürüsü mümkün kılındı. Madencilik gibi barındırdığı tehlikeler nedeniyle bilgi, uzmanlık, deneyim ve sürekli denetim gerektiren bir alan, bilimin ve tekniğin gelmiş olduğu düzeyin her türlü iş kazasını önlemeye yeteceği bir tarihsel dönemde bilinçli bir şekilde sermayenin çıkarları ve siyasal iktidarların rant politikaları dışında hiçbir konuda sorumluluk hissetmeyen liyakatsiz kadroların eline bilinci bir şekilde teslim edildi. Bir dönem, yaratacağı kirliliğe rağmen yoksul halk için rıza üretme vesilesi olarak ısınma amacıyla yaygın dağıtımı yapılan ve enerji üretiminde yatay bir seyir izleyen kömür, doğalgaz fiyatlarındaki dalgalanma nedeniyle yeniden bir alternatif olarak değere bindi ve ülke rezervlerinin kısıtları ve kamunun alandan büyük oranda çekilmesi ile ithal kömür santralleri birbiri ardına sisteme eklendi.

Elektrik enerjisi gibi depolanamayan ve arz-talep dengesinin sistem tarafından sürekli olarak, gerçek zamanlı korunması gereken, bir hizmetin birden çok üretici tarafından yapılmasının fiziki veya ekonomik olarak olanaklı olmadığı, tek üretici tarafından daha az bir maddi ve toplumsal maliyetle hizmetin verilebildiği, doğal ve hatta iletim ve dağıtım açısından bakıldığında fiziki tekel olan bu alan üretimin yanında dağıtım alanında da özelleştirilmesiyle neredeyse tamamen özel sektöre devredildi. Fiziken tek ve bir bütün olan sistem, sanal bir takım aktörlere parçalanıp zorlama bir piyasa oluşturulurken, bu zorlama piyasa, fahiş elektrik zamlarıyla ve birbiri ardına getirilen teşviklerle maliyeti kamuya yıkılarak ve dahası ilkel koşullarda kömür madenlerinde üretim yapan madencilerin canı pahasına ayakta tutulmaya çalışılmakta.

Bununla birlikte yukarıda ifade edilmeye çalışıldığı üzere ulusların ve coğrafyaların emperyalist bağımlılık zinciri içindeki konumlarının tarım-gıda, kentleşme, ulaşım ve sanayileşme politikalarına etkilerini tartışmadan enerjide kaos ve keşmekeş gibi görünen yalpalamaları anlamak ve ciddiye alınabilir bir enerji politikası önermek mümkün değil. Örneğin yoğun enerji tüketen, eski teknolojili, çevre kirliliği yaratabilen ve temelde emperyalist ülkelerin kendi sanayileşme politikalarının sonucu olarak bağımlı ülkelere kaydırılan çimento, seramik, ark ocağı esaslı demir-çelik gibi sanayi sektörlerinin sistem üzerinde yarattığı yük, diğer bağımlı ülkeler gibi Türkiye için de nereden kaynak bulursa onu kullanmayı zorunlu kılıyor. Aynı şekilde nüfusu belli mega-kentlerde yoğunlaştıran ve büyük altyapı ihtiyacı doğuran, temelde küresel sermaye için işgücü-yedek işgücü ihtiyacının koşulladığı sermayenin genişletilmiş üretim döngüsünün devamını merkeze alan, enerji canavarı AVM’ler yaratan, büyük lojistik merkezlere ve tedarik akışlarına ihtiyaç duyan, verimli tarım alanlarını Organize Sanayi Bölgesi olarak kullanan nüfus ve kentleşme politikaları da, ülkenin emperyalist bağımlılık zinciri içindeki konumunu gösteren mükemmel birer örnek olmanın yanında enerji sistemi üzerinde ciddi bir yük yaratıyor.

Diğer yandan 2008 krizini çözemeyen ve tarihsel ömrünü doldurduğu açığa çıkan neo-liberal birikim rejimi, tarihsel ömrünü doldurmuş ama fiilen varlığını koruyan her varlık gibi zombileşmeye başlıyor. Rusya’nın yeni-sömürge olmayı kabul etmeyen direnci ve Çin’in yeni bir potansiyel hegemon güç adayı olarak ortaya çıkmaya başlaması, her dönem eksik olmayan yerel çatışmaları ve savaşları bölgesel düzeye taşıyor. Ülkeler ve bölgeler yeniden hizalanıyor; ülkeler ve sermaye sınıfı her yerde dipten geldiğini hissettiği sarsıntıya hazırlık yapmaya çalışırken, öncelikli olarak tanzim edilmesi gereken ilk alan da toplumların işçi ve emekçi kesimleri oluyor. Bugün bize mantıksız gelen, “bu kadar da olmaz” dedirten, ülkemize özel bir “tekillik” olarak deneyimlediğimiz pek çok şey daha geniş bir perspektiften bir bağlama oturuyor; kontrol edilmesi söz konusu aktörler için de mümkün olmayacak müthiş bir enerji birikirken, günlük siyasetin kategorileriyle değerlendirilemeyecek büyük bir kaos tablosu görünür hale geliyor.

Özetle ülkemiz ve dünya son hızla yine non-lineer sistemler ve matematiksel kaos teorisinden bir analoji kullanırsak bir “çatallanma noktasına” doğru gidiyor. Bu dönemleri söz konusu fiziksel sistemlerden biliyoruz ki, geri-dönüşü olmayan, tersinmez süreçlerdir ama daha da önemlisi en ufak müdahale bile etkisini üstel olarak gösterecek radikal sonuçlar doğurabilir; yani daha örgütlü olan, örgütlü kalabilen, örgütlülüğünü geliştirebilen bu faz dönüşümü evresine imzasını atabilir.