Bir romanında Lawrence Durrell ‘catsiapis’ der, ‘otur ve paylaş’, zeytini, üzümü ve tekneyi. Etnik ve dinsel kimliği üzerine kapanmayıp evrenselci bir fert adına çalışanlar imkânsızı istemeye devam ediyorlar, neredeyse her kahrolası olayda bir başlarına kalıp zulümler görmeye

Catsiapis ve domates ekmek

ONUR BEHRAMOĞLU / @onurbehramoglu

“Artık oturup paylaşmanın, ‘catsiapis’in mümkün olmadığını düşünüyorum.” 19 Temmuz 1999’da Radikal gazetesinde yayımlanan söyleşisinde böyle diyordu Profesör Bakır Çağlar. Fransa’da, Sorbonne’da iki doktora yapmış, Anayasa Mahkemesi’nin hukuk danışmanlığını, altı yıl boyunca da Strasbourg’da Türk devletinin avukatlığını üstlenmişti. Strasbourg’a gidip geldiği dönemde benim Anayasa Hukuku hocamdı, siyasal düşünceler tarihi hocamız Mete Tunçay’la birlikte silinmez izler bırakan bir efsane. Bir de Büşra Ersanlı Behar vardı elbet, devletin yakın zamanda hapislerle sınadığı.

“Vietnam Sendromu yaşıyorum” diyordu Bakır Hoca, “Şırnak’a gittim, hayatım değişti. Gerçeği gördüm. Döndüğümde aynı insan değildim. Ruhsal olarak sakatlandım ben. Türkiye, Strasbourg’daki davaların hepsini kaybedecek. Devletin avukatlığını yapmaktan pişmanım.” Böyle kesik kesik konuşurdu sınıfta da, şaşırtıcı biçimde sıraladığı tane tane sözcüklerle. Hâlâ sakladığım ders notlarımdan aktarayım: “Her hukuk kuralı, her anayasa, her şeyden önce bir ideolojidir.” - İdeolojiden öcü gibi korkan ailelerin çocuklarıyla solcu ailelerin çocukları, hep birlikte şaşkınlıkla dinliyorduk. “Aydınlanma, kişinin hak ve hürriyetlerine sahip olma mesleğini, insanlık mesleğini bütün sorumluluklarıyla üstlenmesidir.” - İnsanlık mesleği diye bir kavram duyuyor, bir şeyleri omuzlamanın gereğini hissediyorduk. “Her anayasanın kaynağında, var olma nedeni bir kurucu kriz vardır. Her anayasa modelini incelerken, kurucu krizi bilmek zorundasınız; bütün anayasalar tepkisel anayasalardır. Türk anayasal sisteminde, yazılı anayasa kuralları karşısında yazısız anayasa kurallarının üstünlüğü vardır.” - Krizler, tepkiler, yazısız kurallar cenderesinde boğulabileceğimizi hissediyorduk içten içe.

Asıl darbeyi ders sonlarına saklıyordu hocamız: “Her toplumda bir giderilemeyen bölünmüşlük, her bölünmüşlükten doğan çatışmalar vardır. Anayasa, belli bir değerler sistemi, belli bir ideoloji adına, belli bir kurumlar sistemiyle bu çatışmaları barışlandırmaktır. Bir anayasa sosyal barışı sağlayamıyorsa, bunun adı anayasa krizidir. Kriz büyüdükçe sistem tartışılır.” Ülkemize dönüp bakıyor, Kürt meselesinden dinsel, kültürel, ekonomik bölünmüşlüğe kadar nice kriz tespit ediyor, hepsini sanki hemen çözmemiz gerekiyormuşçasına sabahlara kadar düşünüp konuşuyorduk öğrenci evlerinde. ‘Barışlandırmak, demokrasinin merkantilizasyonu, anayasanın milletlerarasılaştırılması’ türünden ilk kez duyduğumuz ifadeleri azıcık dalga geçip çokça özenerek katıyorduk sözdağarımıza. Değişiyor, dönüşüyor, büyüyorduk.

Üniversiteler soru sormayı öğrendiğiniz yerlerdir. Bakır Hoca, zor sorular soruyordu: “Cumhurbaşkanının danışmanları emekli olmuş Anayasa Mahkemesi Başkanları ise Anayasa Mahkemesi bağımsız mıdır, değil midir?”, “Her politik gerçeğin hukuk kurallarıyla düzenlenmiş-statik boyutunun dışında bir de dinamik boyutu vardır. Politikanın statiği hukuksa dinamiği nedir?”, “Bugün dünyada demokrasinin son icadı olarak karizmatik liderler niçin üretilmektedir?”

Öğrenmekteydik ki her ideoloji, bütünleştirme ideolojisi, bütün mesele de bunun nereye kadar olacağıdır. Türkiye örneğindeki gibi, kendi resmi değerlerinizi korumak için cihazlandırılmış iseniz, demokratik meşruiyetin tekliği esasıyla tek millet-tek devlet-tek lider etrafında kenetleniyor, bunu sorgulamaya cüret edenleri mahkemeye çağırıyordunuz. Zira buradaki kurucu kriz, bölünüp parçalanma kaygısı, korunmak istenense bütünlüktü. Resmi değerleri koruma cihazı olarak Anayasa Mahkemesinin ilk görevi farklılıkları törpülemek, fertlerle sivil toplum kuruluşlarına anayasayı okuyup yorumlama yetkisi tanımamak, gerek görürse siyasi partileri bile kapatmaktı. İlk oyumu, Mart 1994’te Meclis kapısında ensesinden tutularak gözaltına alındıktan sonra 15 yıla mahkûm edilen Orhan Doğan’ın yanında yer alıp haksızlığa isyan etme duygusuyla Hadep’e vermiştim. (Partisi DEP kapatılmış, bu karar elbette hiçbir sorunu çözmemişti.) Tercihimde yapayalnız hissediyordum kendimi; ailemden destek gelmediği gibi, “Bölücü teröre oy verme” diyen dostlarım da olmuştu. Hukukçu bir vekildi Doğan, Cizre’de avukatlık yapmış, birçok silahlı-bombalı saldırının hedefi olmuştu. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, adil yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar verince, on yıl hapislikten sonra serbest kalabildi o ve arkadaşları, anayasa hukuku hocamı haklı çıkararak. Türkiye, davaların hepsini kaybediyordu işte.

Davaların hepsini neden kaybediyordu Türkiye? Bu dünyadaki son konuşmasında, “Yaşamını yitiren Mehmetçik de dağdaki de kardeşimizdir. Kim akan kanı durdurursa önünde eğilmeye hazırız. Ben bugüne kadar size barış ortamını sağlayamadığım için özür dilerim” diyecek kadar sağduyulu vekilini yıllarca hapsettiği için. “Strasbourg’da PKK’lı militanların olay çıkartmalarından çekinildiğinden 600 metre ötedeki mahkemeye zırhlı araçla gitmem gerekiyordu. Binmedim, yürüdüm. Baktım, Almanya’dan protesto etmeye gelmiş Kürt kökenli Türkler bir duvarın dibine çömelmişler. Ellerinde domates ekmek, onu yiyorlardı. Domates ekmek. İşte o zaman yanlış yaptığımı anladım. Domates ekmek yiyen insanların bizim insanımız olması gerekirdi. Ben onlara nasıl karşı çıkardım?” sorusunu soran avukatını, dünya çapında hukukçusunu “Vietnam sendromu yaşıyorum” diyeceği boyutta travmalara maruz bıraktığı için.

Ve Türkiye kaybediyordu çünkü şunları söylemiş Yaşar Kemal’ini dinlemiyor, duymuyordu: “Kürt sorunundan geçer Türkiye’de demokrasi. Kürtler dağa çıkmadı, bizim devlet dağa çıkardı. Bağımsızlık için değil, sadece kimlikleri için, kültürleri için direniyorlar. Vatan hainliğiyle suçlandım, Türkiye gibi bir yerde. Ben, ülkem bölünmesin diye mücadele verdim. Çünkü Türk halkı da Kürt halkı da çok zarar görür bu bölünmeden.”

Bir romanında Lawrence Durrell ‘catsiapis’ der, ‘otur ve paylaş’, zeytini, üzümü ve tekneyi. Etnik ve dinsel kimliği üzerine kapanmayıp evrenselci bir fert adına çalışanlar imkânsızı istemeye devam ediyorlar, neredeyse her kahrolası olayda bir başlarına kalıp zulümler görmeye. Ve Türkiye kaybediyor, “Artık oturup paylaşmanın, ‘catsiapis’in mümkün olmadığını düşünüyorum” diyen vicdanlı-kültürlü-yürekli insanları günden güne küsüp kabuklarına çekildikçe. Oysa ansızın umutla dolup taşmamıza vesile olacak hazineleri de var bu ülkenin, hem de saymakla sıralamakla bitmez hazineler. Bursa’nın köyünde yaşayıp Birgün’deki yazılarımı satır satır takip eden, şiir seven, politik gelişmeleri sebep sonuç ilişkileri içerisinde irdeleyen bir imam hatipli mesela. Kızını Boğaziçi Fizik’te okutan Diyarbakırlı dost, “Şubat tatilinde buralara gel de sana kendi ellerimle tandır yapayım” diyen. Avusturya’da yetişmiş entelektüel bir okurun mektubu: “Yazılarınızdan etkilenip, hiçbir zaman destekleyemeyeceğimi düşündüğüm insanlara oy verdim, barış istiyorum.” Ve bazen sadece bir soru: “Tamamını okumak istediğimden soruyorum; kitabınızda bahsi geçen ‘Garip bir sesli harfin yokladığı yüreğim’ dizesi söz konusu Fransız şairin hangi şiirinde yer alıyor?”

“Sevgiyle yapılan her şey iyinin ve kötünün ötesinde cereyan eder” der Nietzsche. Bizim yurt sevgimiz, bizim insan sevgimiz nasıl sahte bir sevgidir ki kötülüğe, yakıp yıkmaya, kendi öz çocuklarının kanına doymadı bir türlü? PKK saldırı başlattığında önce santralı devre dışı bırakıp elektrikleri kestiği için korkudan yatağın altına saklanan bir yarbay kızının, yıllar geçmesine rağmen, batıdaki evinde elektrik kesildiği zaman bugün hâlâ yatağın altına saklanması hangi Kürt gencini mutlu edebilir? Mayına basan panzerde üç polisten ikisi yaşamını yitirdiğinde üçüncüsünün makinalıyla etrafı tarayarak insanları öldürmesini oturduğumuz yerden anlayabilir, haklıyı-haksızı bir çırpıda ayırt edebilir miyiz? Kaçımız turistik merakın ötesinde bir anlama çabasıyla gittik Güneydoğu’ya, önyargılardan arınabilmiş kalplerle dinledik bizden farklı düşüneni? Ne kadar şiir, öykü, roman okuyoruz, sinemaya-tiyatroya-sergiye-konsere ne kadar gidiyoruz da insan dediğimiz ummanı anlayacak donanımı edinmiş sayıyoruz kendimizi? Kaçımız, bugün tutuklu bulunan Necmiye Alpay kadar yaklaşabiliyoruz ateşe? Ya da, yıldızlar yoldaşı olsun, hangimiz anayasa hukuku hocam Bakır Çağlar gibi cesaretle ayağa kalkarak tehlikeli sorular sorabiliyoruz muktedirlerin gözlerinin içine baka baka?

Bir duvarın dibine çömelmişiz.

Ellerimizde domates ekmek, onu yiyoruz.

Domates ekmek yiyen insanların bizim insanımız olması gerekir.

Catsiapis!