Yolculuğun sonunda, belki de uzamış sakallarında sakladıkları karanlıkta kaybolacaklar. Belki de hiç kimse onları hatırlamayacak. Hatırlayan olsa bile, utandığı için hemen unutacak…

Çay süzgeci

Salih Bolat

Son genel milletvekili seçimlerinden bir-iki gün sonraydı. Hiç unutmuyorum: Perşembe Pazarı’ndan çay süzgeci alacaktım. Hani kapalı, kutu şeklinde olanlardan. Bir esnafa sordum, başka bir tezgâhı gösterdi. “Orda bulunabilir” dedi. Baktım, gösterdiği tezgâhın yanında, tabureye oturmuş, ellili yaşlarda, dökülmüş ve ağarmış saçları, beş günlük tıraşlı, enine çizgili tişörtleri ile tipik esnaf görünümlü üç adam sohbet ediyordu.

Yaklaştım. Hangisinin tezgâhın sorumlusu olduğunu anlamaya çalışarak, bir yandan da çay süzgeci görebilmek umuduyla tezgâha göz atmaya başladım. Adamlar hararetle konuşuyorlardı ve kurdukları cümleleri çok net duyuyordum. “Bunlar artık beş yüz sene iktidara gelemezler” diyordu biri. “Bunların tıyneti bozuk” diyordu öteki, “çoğu hain bunların” diyordu, ısırdığı dürümün son lokmasını yutmaya çalışan... Bu sözler, o seçimde kaybeden muhalif partilere ve o partilere oy verenlere yönelik sözlerdi. Çay süzgeci sormak içimden gelmedi. Yürüdüm, Galata köprüsünün korkuluklarına sırtımı yasladım. Gelip geçenlere baktım, sanki yoğunlukları yoktu ve sadece yüzey olan dekoratif figürlerdi. Sanki işleri hep burada yürümek olan aynı insanlardı, özelliksiz, şimdi hiç birini hatırlamadığım…

Süleymaniye’nin minarelerine doğru birkaç martı bağırarak uçuyordu. Ötede, Eyüp sırtlarındaki mezarlar güneş ışığıyla parlıyordu, ağaçların arasında yarı erimiş ve düzleşmiş kar kümeleri gibi. Topkapı Sarayı’na doğru bakarken, Kadıköy iskelesine yanaşan vapurun düdüğüyle kendimi fark ettim. Eve dönmek istedim. Yeni yapılmış, İstanbul’un dokusuna uymayan, iskeleden çok modern bir plazanın girişine benzeyen yeni Karaköy İskelesi’nden vapura bindim.

Onlar kendilerinden ne kadar emin, ne kadar özgüvenliydiler. Oysa ben derin bir kaygı içindeydim. Onlar sanki nefret ve kötülük enerjisi olarak doğmuşlardı. Bir anneden mi yoksa bir kayalıktan mı doğmuşlardı, emin değildim. Bu enerjilerini daha fazla yaymadan, önlenmesi için bir şeyler yapılmalıydı! Her nasılsa bu topraklarda doğmuş olmak, diğer bu topraklarda doğmuş olan bazılarının nefret ve kötülükle oluşturdukları gücün altında ezilmemizi gerektirmezdi. Açık ki, bazı karanlık güçler yaptıkları kötülükleri, işledikleri cinayetleri görmemizi, yakalarına yapışmamızı engellemek için farklı inançlarımızı, farklı siyasal görüşlerimizi ve farklı toplumsal özelliklerimizi kışkırtıyorlardı. Farklılıklarımızı bizi bir arada tutan değil de bizi ayıran, hatta bizi birbirimize düşman eden özellikler haline dönüştürüyorlardı. Onların bu oyununa gelmeden bir şeyler yapılmalıydı! Biz namuslu, dürüst, yurdunu seven, yardımsever, alçak gönüllü, çalışkan yurttaşlar olarak güvenlik ve barış duygusu içinde yaşamak istiyorduk. İnsanlarımızın bir kesimini, diğer kesiminin kaderinin sorumlusu olarak görmek istemiyorduk. Doğal ya da siyasal kaynaklı felaket zamanlarında, dünyanın bütün halklarının birbirine nasıl kardeşçe davrandığının örnekleri çoktur. Hayır, biz savaş istemiyorduk! Biz intikam istemiyorduk. Suçluların bir hukuk devleti olgunluğu içerisinde (bunun koşullarının kaldığı da pek görülmüyor gerçi) bulunup, bütün halkların vicdanını yatıştıracak biçimde cezalandırılmasını istiyorduk! Bu taleplerde bulunurken karar mekanizmalarını elinde bulunduranları sorumlu tutmanın, bu topraklarda doğmuş insanlar olarak, en doğal hakkımız olduğunu düşünüyorduk.

Vapurda, önümdeki yolcunun gazetesinde bir fotoğraf dikkatimi çekti. Altında, Suriyeli muhaliflerin bir yerden bir yere nakledilmesiyle ilgili bir haber vardı. Mevcut rejime karşı savaşan militanlarmış. Otobüsün bu yolcuları bir “selfie” paylaşmış. Yolcuların tümü erkek. Sanki bir inşaatta çalışırken, apar topar bir yolculuğa çıkmışlar. Kiminin üzerinde eşofman, kiminin üzerinde askeri kamuflaj ceket, başlarında sıkma bez örtüler, bereler, takkeler ve adlandıramadığım başlıklar var. Son derece bakımsız, yarı militarist görünümlü bu genç adamların hiç biri gülümsemiyor. Oysa hatıra fotoğrafı çektirirken, insan hiç olmazsa derin bir kaygıyla bakmaz kameraya, öyle değil mi? Ama bunların tümünün yüzünde ölümcül bir kaygı var. Kendilerinin belirlemediği bir yolculuğa mı çıkmışlar? Nereye gittiklerini, ne için gittiklerini bilmiyorlar mı? Biraz da başka bir iradenin kesin hâkimiyeti altında olmanın itaatkâr bakışlarıyla bakıyorlar. Hiç istemedikleri bir şeyi yapmayı kabul etmiş olmanın pişmanlığı da seziliyor. Fotoğraf, bu adamların hayattayken son bir görüntüleri gibi.

Bazılarının yüzündeki derin kaygı ürkütüyor. Yolculardan elini çenesine götürmüş düşünen birinin, “keşke burada olmasaydım” diyen bakışları, acıma duygusu uyandırıyor. Yolculuğun sonunda, belki de uzamış sakallarında sakladıkları karanlıkta kaybolacaklar. Belki de hiç kimse onları hatırlamayacak. Hatırlayan olsa bile, utandığı için hemen unutacak…

Vapur, Kadıköy iskelesine yanaşıyordu. Az ötede birkaç martı, bir karabatağın yakaladığı balığı ağzından almaya çalışıyordu. Haydarpaşa Garı, bir Doğu Ekspresi yolcusunun büyük bir paket yapılmış eşyası gibi sarıp sarmalanmıştı. Yangından sonra epey zarar gören gar binası onarıma alınmıştı. Otel olacağı söylenen bu paketten bakalım sonunda ne çıkacaktı?

Eve geldiğimde, Karaköy’e niçin gittiğimi unutmuştum. İlk iş olarak çay demledim, şöyle “kerpeten gibi, tavşan kanı”

cukurda-defineci-avi-540867-1.