İnsanları sevdikleri Latin Amerikalı yazara göre kişilik analizine tâbi tutmak mümkündür. Márquezciler maceracı, Borgesciler felsefeye

İnsanları sevdikleri Latin Amerikalı yazara göre kişilik analizine tâbi tutmak mümkündür. Márquezciler maceracı, Borgesciler felsefeye yatkın, Fuentesciler romantik, Amadocular sosyal meseleler konusunda hassas, Cortázar’ı tercih edenler de biraz nevrotiktir.
Ben bütün bu yazarlara yer yer yakınlık duysam da, bir tanesini seçmem gerekirse hiç düşünmeden Cortázar’ı alırım. Arjantinli yazar Julio Cortázar, incelikli mizah duygusu ve okuyucuyu her seferinde şaşırtma becerisiyle beni hep heyecanlandırmıştır. Bir Cortázar öyküsünde hiçbir şey beklediğiniz gibi gitmez. Hiçbir şey yerli yerinde değildir. Ve her an her şey olabilir.
Evler özellikle tehlikeli mekânlardır. Şöminenin önündeki koltuğunuza yayılmış rahatça kitabınızı okurken, tamamen kurgusal bir karakter tarafından sırtınızdan bıçaklanabilirsiniz. Görünmeyen yaratıklar evinizin odalarını birer birer işgal edip sizi sokakta bırakabilir. Ya da ailenizin diğer fertlerinin yanı sıra salonunuzda serbestçe dolaşan bir kaplanla yaşamak zorunda kalabilirsiniz.
Başkalarının evlerine misafir olduğumda, bazen kendimi bir Cortázar öyküsünde gibi hissederim. Hani bazı insanlar vardır, gittikleri eve hemen uyum sağlar, mutfağa girip çay falan yapmaya başlarlar. Ya da sofrayı toplamak gerektiğinde neyin nereye konacağını bilir, hiç yabancılık çekmeden tabak çanağı istif eder kaldırırlar.
İşte ben o insanlardan değilim.
Gittiğim her evde uzaydan gelmiş gibi bir kenarda dururum. Sakar olduğum için bir şeyi kırıp dökmekten zaten hep korkarım. Ama hepsi bu da değildir. Evin düzenini bozmaktan çok çekinirim. Kutsal bir mekânda yersiz davranışlarda bulunmaktan endişe etmeye benzer bu his. Kazara ev sahibine yardım etmeye falan kalkışırsam sonu hep hüsranla sonuçlanır. Neyi tutsam elime yapışır. Elimdekileri her zaman götürüp en yanlış yere koyarım. Ya da biri beni bu durumdan kurtarana kadar, elimdeki üç beş fincanla çaresiz bir şekilde ortalıkta dolanıp dururum. Yanlış bir şey yapma korkusu beni neredeyse felce uğratır. Ev ne kadar düzenli ise, bu his de o kadar kuvvetli olur.
Böyle zamanlarda, aklıma hep Cortázar’ın “Paris’teki Genç bir Hanıma Mektup” adlı hikâyesi gelir. Öykünün anlatıcısı, bir süre Paris’te kalacağı için evini kendisine bırakan arkadaşı Andrea’ya o gittikten sonra olanları anlatan bir mektup yazmaktadır. O da eve gelir gelmez benimki gibi bir korkuya tutulmuştur. Bir mabede izinsiz girmiş gibi hissetmektedir: “Bir kadının kendi zarif apartman dairesine getirdiği o tumturaklı düzenin karşısında olmak, ama yine de varlığının her zerresiyle o düzene kayıtsız şartsız boyun eğerek onu kabul etmek ne kadar da zordur...”
Bu endişeyle, evdeki tek bir şeyi bile yerinden oynatmamaya karar verir, çünkü böyle yaparsa dünyanın düzeni bozacağına dair bir hisse kapılmıştır. Kitaplarını yerleştirmek için masanın üzerindeki bir tepsiyi azıcık kıpırdatmayı aklından geçirmekle beraber, bunun olanaksızlığını hemen idrak eder: “O tepsiyi yerinden oynatmak evdeki tüm ilişkilerin, bir eşyayla ötekinin, her bir eşyanın ruhuyla evde olmayan sahibelerinin ruhu arasındaki bağın gidişatını değiştirir...”
Oysa felaket kapıdadır. Öykünün bu kısmında bile, yazar alttan alta olabilecekleri hissettirir bize. Bizi tam olarak neyin beklediğini kestiremeyiz ama bu düzenin böyle devam etmesinin olanaksız olduğunu biliriz. Cortázar bu noktada, her zamanki çılgınca hamlelerinden birini yapar ve öyküye akılalmaz bir ayrıntı ekler. Sonunda tamamen tahrip olmuş bir evle başbaşa bırakır anlatıcıyı. Böylece, mizahi bir tonda açılan öykü, dokunaklı bir şekilde sona erer.
Cortázar, bu öyküde yalnızca başka birinin mekânında tedirgin olan bir karakterin hikâyesini anlatmaz. Bir yandan da, dünyaya yerleşemeyen, dünyayı kendinin kılamayan, orada bir ev bulamayan birinin öyküsünü yazar.
Andrea’nin dünyevîliği ile ona mektup yazan anlatıcının evsizliği karşı karşıya konduğunda, kendimizi bütün umudu ve çabasına karşın o düzeni tutamayan anlatıcının yanında buluruz.
Ve anlarız ki, hepimizin hali budur aslında. Dünya evimiz değildir. Ne kadar yerleşmek istesek de, hep biraz yabancı kalırız.