Mesele çok yalın gibi duruyor: ‘“İnsanın dünya hakkındaki bilgisinin temel kaynağı “görülebilir”den oluşur”’ (J. Berger). Görme duyumuz o kadar baskın ki diğer duyu organlarımızdan gelen verileri bile çoğu kez görselin diline çevirdiğimizde anlam dünyamıza katabiliyoruz. Başından beri insana yeryüzünde görme duyusu kılavuzluk etmiş. Ama artık görülebilir dünya bize oyunlar oynuyor; birden bire ortaya çıkan ve çıkmasıyla birlikte hızla gözden kaybolan nesneler. Görüş alanı; görünür olanların çok geçmeden unutuluşa terk edildiği bir sahne. Simmel’in anlattığı modern zamanların da çok ötesindeyiz: “Her kültürel biçim yaratılır yaratılmaz, hayatın güçleri tarafından yenip bitirilir… Bir biçimin gelişimi tamamlanır tamamlanmaz, diğeri oluşmaya başlar”. Modern deneyim uçucudur: “Bir zamanlar var olan, bir daha hiç görülmemek üzere yitip gitmektedir” (Kracauer). Görünür olanların görünmezlik âlemine transfer edilmesinin hızı ve miktarı günümüzde daha da arttı. Gözümüzü bir ân kapatıp açtığımızda sahnedeki şeyler ve kompoziyonları değişiyor. Ne olup bittiğini anlamak için gözlerimizi sürekli açık tutsak da olmuyor; her şey o kadar hızlı ki ne olduğunu anlayamıyoruz. Peki, dünya hakkındaki bilgimiz nasıl oluyor da hâlâ görünür olana dayanabiliyor?


Bizler, gözden yiten nesnelerin çok geçmeden tekrar görüş alanımıza girmelerine çok alışkınız. Henüz benlik duygumuz gelişmemişken, ebeveynlerimiz nesneleri birden kaybedip tekrar ortaya çıkarttıkları oyunlarla oyaladılar bizleri. “Ce-eee!” sesiyle birlikte kaybolup tekrar görüş alanımıza giren nesnelerle keyiflenir, sevinçli çığlıklar atardık. Nesneler ve yüzler asla kaybolmazlardı; tekrar ortaya çıkmalarına alışmıştık. Sonraları saklambaç oynadık; gözden kaybolan ya biz olurduk ya da gözden kaybolanları biz bulurduk. Cisimlerin kaybolması bir illüzyondu, asla inanmazdık. O yüzden yetişkin olduğumuzda bizi en çok yaralayan, kaybolanların bir daha geri dönmemeleri oldu. Acımızı dindirmek için yas tuttuk; yas süreci yitirilenin artık geri dönmeyeceğine kendimizi ikna etme sürecidir. Peki, neyi yitirdiğimizi bilmiyorsak? Günümüzdeki yoğun melankoli neleri yitirdiğimizi bilmemekten kaynaklanıyor olabilir mi? Freud’a göre kişi yas durumunda, belirli bir sevgi nesnesini kaybetmenin acısıyla baş etmeye çalışır; melankolide ise tam olarak anlayamadığı, tanımlayamadığı bir kayıptan muzdariptir. Anlamı yitirdik.

***

Kadrajımıza giren görüntülerden kompozisyonlar kurar, anlam dünyalarımızı yaratırdık. En azından bu işlemi yapabilecek kadar yavaş akardı zaman ve gözden kaybolan tekrar kadraja girerdi. Ama şimdi öyle mi? Görünür alanda hızla hareket eden şeyleri yakalayıp aralarındaki ilişkileri sabitlemeyi beceremeyen göz, artık anlam üretme yeteneğini de yitirmiştir. Olsa olsa melankoli üretebilir ancak. Görüş alanına girmesiyle çıkması bir olan o kadar çok şey var ki, neleri yitirmiş olduğumuzu bilemiyoruz. Yitirdiğimiz tek şey varsa o da anlam dünyasıdır; olup bitenleri anlamlandıramamak. Modern zamanlar; insanın görünür olandan umudunu kestiği, anlamı görünmez olanda aradığı zamanlar. Tüm inandığı ve güvendiği değerler hızla görünmezlik âlemine göç ederken insan nasıl olur da hâlâ görünür olana bağlanabilir ve dünyaya dair bilgisini görünür olana dayandırabilirdi ki? Başından beri görünür olanın aldatıcı olduğuna inanmış ve görünmez olana bel bağlamış olanlar da vardı: Gizemciler. Modernistler de, gizemciler gibi görüneni biçimlendiren ama kendileri görünmez olan kuvvetlere yöneldiler. Paul Klee, “sanatçı, biçimlerin kendilerinden daha çok, biçimlendirici kuvvetlere değer yükler” diye yazıyordu.

***
Deleuze de Klee’yi destekledi. “Sanatta, müzikte olduğu gibi resimde de söz konusu olan biçimleri yeniden üretmek değil, kuvvetleri ele geçirmektir” diye yazdığında, biçimlere takılı kalmayı bırakıp henüz görünür olmayanı duyumsamayı önerdi. Gözler, biçimleri sever; ama hızla gözden kaybolan biçimler karşısında çaresizler şimdi. Kuvvetleri duyumsamak ve gelmekte olanı anlamak yerine, yitirdiklerini geri çağırmak için hâlâ ve ısrarla hep bir ağızdan “ce-eee!” diye bağıranlar var. Yitirdiğiniz biçimler geri gelmeyecek. Kuvvetleri ele geçirmenin ve bedenlerinizi kuvvete dönüştürmenin zamanı gelmedi mi?