Gülşen hadisesi, soruşturacak savcı bulunamayan yolsuzluk dosyaları gibi güncel siyasi meseleler üzerine düşünürken, Alenka Zupancic’in ‘Gerçeğin Etiği’ kitabında Zizek’in yazdığı önsöz yazısını hatırladım. Zizec, eski Yugoslavya’dan bahsederken Parti’nin insanları özyönetime katılma konusunda canla başla teşvik ettiğini, ama bir yandan da bu teşviğin altını oyacak şekilde bazı alt mesajların da yayıldığını yazmıştı. Çünkü Parti’nin tam da korktuğu şey insanların özyönetime daha yoğun katılımıydı, o zaman istedikleri gibi yönetemeyeceklerdi. Mesele gerçekten de ‘dava’ değildi, dava bir kılıftı Zizek’e göre ve bu yüzden de Parti kaybetti. Aynı durum bugünkü iktidar için de geçerli, meselenin ‘dava’ olmadığı pek çok olay ve örnekle açıklanabilir. Konser iptalleri ve diğer provakatif söz ve eylemler, kitlelerin gözünde unutulan ‘dava’ meselesini hatırlatmaktan başka bir işlevi yokmuş gibi görünüyor. Gülşen hadisesi de bu hatırlatma işlevinin bir parçası. Ama bir yandan da bu ‘dava’ olayının çok da büyütülmemesi de isteniyor sanki, olur da gereğinden fazla ciddiye alınırsa şu an ki düzeni sürdürmek güçleşebilir, çünkü kendileri de ‘dava’ çok ciddiye alınırsa beklentiler ölçüsünde ihanetle suçlanabilirler.

Peki bunu, yani meselenin gerçekten de ‘dava’ olmadığını seçmenleri gerçekten de bilmiyor olabilir mi? Orada da psikanalist Darian Leader’ın ‘Jouissance’ adlı kitabında Brexit’ten bahsettiği kısımda söylediği gibi, gerçek belli bir seçmen kitlesinin umurunda olmaz, çünkü gerçeğin kabulü, ‘öteki’nin arzusuna boyun eğip asimile olma, yani yutulma, yani kendisi gibi olamama ihtimaline yol açar. Leader, bu argümanını desteklemek için kitabında bir klinik vaka örneğinden bahseder. Eşinin taleplerini sürekli reddeden kadın şöyle der örneğin: “Seninle Paris’e gitmeyi çok isterim desem kim olurdum, ben ‘o’ olurdum, gitmeyi reddedersem hâlâ benim.” Paul Ricoeur de yazılarında günümüzün en önemli meselelerinden birisinin, küreselleşmenin, hız yanılsamasının ve kültürel çözülmelerin özellikle dezavantajlı olduğuna inanan ya da gerçekten öyle olan kitlelerde bir ‘dağılma’ endişesi yarattığını yazmıştı. Bu dağılma endişesi, yaşama amacı ve anlamını yitirme gibi bir tehlikeyi barındırdığı için ölümcül bir korkuydu. Bu korkunun varlığını, yurt dışına giden eğitim seviyesi düşük bazı kesimlerin yaşam pratiklerinde görmek mümkün. ABD’de onlarca yıl bir Türk firmasında çalışıp az da olsa İngilizce konuşmayı öğrenemeden emekli olup ülkeye geri dönen biri, o korkunun uç bir örneği olsa gerek.

Leader, kitabında aynı kadının şöyle söylediğini de yazmıştı: “Neşeliysem sanki kendim ve diğerleri arasındaki mesafem ortadan kalkıyordu, yutulmuş gibi hissediyordum. Mutlu olduğumda kendimden bir parçayı kaybederim. O ben değilim. Mutsuz olmak benim parçam. Mutsuz olmak, benim en iyi bildiğim ve en sevdiğim parçam.”

Siz o seçmen kitlesinin önüne bütün gerçekleri kanıtlarıyla birlikte koyun, yine de inanmak istediği şeye inanmaya devam edebilir. Çünkü mesele, çok daha derinlerdeki bir korkuyla, dağılma ve yutulma korkusuyla, yaşamanın anlamı ve amacını yitirip boşluğa düşme tehlikesiyle ilişkilidir. Bu mesele de öncelikle bir uygarlık krizinin varlığını kabul edip yeni bir ahlak anlayışının oluşmasıyla aşılabilir.

***

Renata Salecl, ‘Cehalet Tutkusu’ adlı kitabında şöyle yazmıştı: “Bir duyguyu, düşünceyi bastırmak, bilinçli olarak kabul etmesi ya da kavraması zor olanı kendimizden uzaklaştırma¬ mıza yardımcı olur. Ama cehalet söz konusu olduğunda, idrak için gerekli tüm bilgilere sahip olsak bile, bunların bizimle ilgisi yokmuş gibi davranabiliriz. Kişi, hayatını tehdit eden bir konuyla karşı karşıya olduğunu bilse bile bu tehdit kendisini ilgilendirmiyormuş gibi davranabilir. Böyle bir cehalet paradoksal olarak kişinin her şeye gücünün yettiği yanılsamasına katkıda bulunur ve kendimizi gerçekte olduğumuzdan daha güçlü, neredeyse yenilmez olarak algılarız.” İşte bir kesimin güçlü lider anlayışıyla elde ettiği böylesi bir psikolojik ikincil kazancı var. Bu kazançtan vazgeçmemek uğruna gerçeklikten kopuk fanteziler dünyasında yaşayabilir, ama tam da gerçeklikten kopuk oldukları için kaybedecekler. Tek sorun, onlarla birlikte başkaları da çok şey kaybetti, kaybediyor… Gerçeklik, biz yok sayınca yok olmuyor.