Google Play Store
App Store
Cehennem Paris’e IŞİD’le geldi

JOHN WİGHT

Ortadoğu’daki bir başka seküler hükümeti düşürmek amacıyla yıllarca kafa kesen fanatikler, isyancılar, ılımlılar ve devrimciler olarak gösterildi. Suudi Arabistan aşırılığın ve fanatikliğin yuvası olmasına rağmen yıllarca aşırılık ve fanatikliğe karşı bir müttefik yapılmaya çalışıldı. Fanatikliğe karşı verilen savaşta Esad hükümeti, İran’a ve Rusya’ya yıllarca müttefik olarak değil düşman olarak yaklaşıldı. Ve yıllarca kibire bürünmüş bir dış politikanın kaçınılmaz olarak geri tepebileceği göz ardı edildi. Tüm bunların birleşmesi sonucunda da cehennemin kapıları açıldı.

Aynı kibir Paris’teki korkunç katliamdan daha bir kaç saat önce kendini gösteriyordu. İngiltere Başbakanı David Cameron Muhammed Emvazi’nin (Cihatçı John) Rakka’da bir ABD insansı hava aracıyla öldürülüşünü IŞİD’e karşı verilen savaşta büyük bir askeri zafer olduğunu söyleyerek yüceltiyordu; terör örgütünü kalbinden vurduklarını söylüyordu. Oysa ki daha bir gün önce IŞİD Beyrut’ta bir intihar saldırısı düzenlemiş 43 kişiyi öldürmüş 200 kişiyi de yaralamıştı. Cameron’ın bu kadar budalaca bir şekilde kendini övecek cüreti göstermesi Batılı hükümetlerin kendi dış politikalarıyla yaratıp dünyaya saldıkları canavarın gerçekliğinden oldukça kopuk olduklarının bir başka kanıtıydı. Ayrıca ortada başka bir gerçek daha var: Sadece Batılı perspektiften bakan insanlar için IŞİD’le savaş alanında mücadele eden insanlar, yani Lübnanlılar, Suriyeliler, İranlılar ve Kürtler, sadece birer istatistikken aynı çetenin katlettiği Avrupalıların ve Amerikalıların ölümleri ancak tarifi imkansız bir trajedi oluyor.

Gelecek yıllarda tarihçiler bu jenerasyonun liderlerini yazarken öyle sert ithamlarda bulunacaklarki, önceki jenerasyondaki tarihçilerin Sykes Picot Antlaşması, Balfour Deklarasyonu, Versay Antlaşması ve Münih Antlaşması için yazdıkları bunlara kıyasla sıra dayağı gibi kalacak. Aslında hazırlarken tek tartışılacak konu nerede başlayıp nerede biteceği olacak. Ve daha da kötüsü görünen o ki bu ucu açık bir soru.

11 Eylül’e cevap olarak Bush hükümeti bir çıkış stratejisi olmadan önce Afganistan’a girdi bunu sonrasında işgalciler değil kurtarıcılar olarak karşılanacakları saçma inancıyla Irak izledi ve Blair hükümeti de desteğini eksik etmedi. Şimdi kesin olarak tüm bunların, Arap ve İslam dünyası için sadece yeni bir ‘demokrasi’ ve ‘özgürlük’ anlayışının şafağı olduğunu değil aynı zamanda da sarsak ellerin cehennemin kapısını tutan o paslı sürgüyü yerinden oynattığı zaman olduğunu da biliyoruz. Sonraki on yılda bu süngü santim santim oynatıldı ve sonunda 2011 yılında kaçınılmaz olarak Batı’nın Libya’daki Arap Baharı’na gerçekleştirdiği talihsiz müdahale ile kapı tamamen açılmış oldu.

NATO hava saldırıları Libya ‘devrimini’ Bingazi’den Trablus’a çekti ve başarılı olmasını sağladı. Bunun üstüne David Cameron ve Fransız mevkidaşı Nikolas Sarkozy Libya halkını “demokrasiyi seçtikleri” için kutladı. Bu kibirli sözler ve öncesindeki askeri müdahale yüzünden sonraki yıllarda binlerce erkeği, kadını ve çocuğu Libya’nın yeni demokratik cennetinden kaçarken Akdeniz yuttu. Hiç birine aldırış etmeden Suriye’deki kanlı savaşı kör olmuş gibi devrim olarak sundular. Dini fanatiklerin birlikleri müttefikleri Türkiye’nin sınırlarından akın akın geçiş yaparken Erdoğan görmezden geliyordu. Suriye’nin beş yıldır içinde kaybolduğu savaş başladığından beri dünya IŞİD’in kara bayrağı altında çeşit çeşit barbarlığa tanık oldu. Ama bekleyin bir dakika misket bombaları demiştiniz değil mi? Esad kendi halkını katlediyordu. Dökülen kanların sebebi oydu. Eğer Esad hükümeti 2011 yılında başlayan Suriye savaşını sebebi ya da sadece bir sebebiyse 2015 yılında şüphesiz ki Suriye’nin kurtuluşunun ayrılmaz parçası da bu hükümettir. Misket bombaları elbette ki canavarsa ve zulüm kategorisine sonuna kadar sokulması lazım. Ancak nasıl ki Dresden’in 1945 yılında müttefiklerce ateşe tutulması faşizme karşı verilen savaşı haksız gösteremiyorsa aynısını Suriye’deki misket bombaları da yapamaz. Eğer bir ülkenin kültürü, tarihi ve kurtuluşu söz konusuysa savaş çirkinlikten başka bir şey olamaz ve ne kadar hızlı sonuca bağlanırsa Suriye için o kadar iyi olur.

İşte bu noktada Rusya’nın müdahalesine geliyoruz. Suriye hükümetinin uçuruma çekildiği bir zamanda müdahale gerçekleşmişti. Putin’in Rusya’nın müdahalesine kadar gelen kahpe faciaların hukuki bir muhasebesini yapması sonucunda yıkımdan sorumlu Batı politikası yüz seksen derece dönmeliydi. Ama hayır; azınlıkların haklarını gözeten seküler ve bağımsız bir hükümet ile ülkeyi azınlıkların mezarı haline getiren ortaçağdan kalma bir ölüm tarikatı aynı ahlaki çizgide gösterilmeye devam edildi.

Suriye ve Irak’taki ve şimdi bizim kapımızı çalan bu savaşın kısa tarihi David Cameron’ın yazının başında bahsettiğim böbürlenmesinin ne kadar dangalakça olduğunu gösteriyor. Biz, yani Batı, konu IŞİD’le savaşmaya geldiğinde hiç bir şeyi kalbinden vurmadık. Rusya ise, öte yandan, Suriye ordusu, Kürtler ve İran’ın yanında. Çabalarının ne kadar başarılı olduğunu Suriye sınırları dışındaki şu bir dizi saldırıdan çıkartabiliriz: önce Mısır’dan kalkan bir Rus yolcu uçağının vurulması, Beyrut’taki patlama, şimdi de Avrupa’nın kalbindeki korkunç katliam. Hepsi son günlerde ve haftalarda Suriye ve Irak’ta büyüm yenilgilere uğramış bir örgütün çaresizliğini yansıtıyor.

Herşeye rağmen, eğer Paris’teki saldırının gerçek amacı terör idiyse, kesinlikle başarılı oldu. Fransız, İngiliz ve ABD hükümetlerini hem ülkelerindeki güvenlik önlemleri hem de Suriye’deki savaştaki rolleri konusuna nasıl cevap vereceklerine dair bir ikilemde bıraktı. Fransa başkentindeki katliam için konuşan Rusya Başbakanı Dimitri Medvedev Rusya’nın taziyelerini sundu ve “Paris’teki trajedi hepimizin aşırılığa karşı savaşta birleşmemizi gerektiriyor” dedi.

Bunlar boş sözler değil. Rusya’nın birlik çağrıları cevapsız kalmaya devam ettikçe cehennemin kapılarını kapatmak bir o kadar uzun sürecek; eğer kapatılabilirse.

Çeviri: Anıl Ersoy