Biz bu felaketlerden çılgın gibi korkanlar, odağı korkuyla baktığımız bedenimizden, umutsuzca çırpınan zihnimizden çekmek zorundayız. Her kaygıda tavan yapan kalp atışlarımızı, hop oturup hop kalkışlarımızı yatıştırmak zorundayız… Bunlar en basit ama en yaşamsal müdahalelerdir.

Cehennemde cehennem olmayanı bulmaya çalışmak

NESLİ ZAĞLI

“İki yolu vardır acı çekmemenin: Birincisi pek çok kişiye kolay gelir: cehennemi kabullenmek ve onu göremeyecek kadar onunla bütünleşmek. İkinci yol riskli: sürekli bir dikkat ve eğitim istiyor; cehennemin ortasında cehennem olmayan kim ve ne varsa, onu aramak ve bulduğunda tanımayı bilmek, onu yaşatmak, ona fırsat vermek”

Italo Calvino, Görünmez Kentler

2020 yılının ilk ayları, başta Elazığ depremi olmak üzere birçok felakete sahne olarak başladı. Onlarca insanın ölüp yaralandığı, evsiz ve muhtaç kaldığı depremden sonra hem insanlarımız için çok üzüldük hem de “ya büyük şehirlerden birinde de olursa” korkumuzdan utandık. Aslında biz her kaybımızdan sonra yaşadığımız bu utanç duygusuyla daha çok insan oluyoruz. Bu nedenle bu duygudan daha doğal bir şey yok. İnsan canlısının özünde ilk önce kendi varlığını sürdürmeye dair otomatik bir yazılım var. Eğer daha yüksek bir bilinç seviyesinde diğerleriyle de empati kurup acılarını hissedebiliyorsak kafidir. Bu kavramlar iç içedir. Önce bu konuda gerçekçi ve rahat olalım. Depremle aşağı yukarı aynı zamanlarda Çin’den yayılmaya başlayan ölümcül bir virüsü takibe geçtik. Bu konuda kendi kendine evhamlanan yalnızca biz değildik. Dünya genelindeki tüm sağlık örgütleri alarma geçti. Tüm sosyal medya mecrası ölüm sayıları, dünya haritası üzerindeki yayılışı, önlemler ve riskler konusunda bombardıman altında. Zaten grip olan ve olacak olan hemen herkes virüs yüz binlerce kilometre uzakta bile olsa diken üstünde, yanıltıcı pek çok bilgi ve koruyucu maskeler ise kara borsa. Gündem bunlarla dopdoluyken üstüne bir de uçak kazası geldi ki tüm korku ve kaygılarımız sönemeden tekrar harlandı. Türkiye’nin kaygı girdi çıktısı bilançosu şu ana kadar (bildiğim kadarıyla) bu minvalde.

Öncelikle tüm bu felaketleri bizzat yaşayan, maddi ve manevi her türlü kaybı olan, fiziksel veya psikolojik olarak etkilenen herkes adına çok üzgünüm. Bu doğal veya insan eliyle olan felaketler insan yaşamı için çok travmatiktir ve sonrasında büyük psikolojik zorlanmaları ve hatta psikolojik bozuklukları beraberinde getirebilir. Türkiye’deki ruh sağlığı örgütleri bu konuda her daim hazırlıklı ve destekleyici. 1999 depreminde de Van depreminde de yüzlerce, binlerce kişiye ruhsal destek sağladılar. Felaketler ülkesinde yaşıyoruz diyoruz ya boşuna değil, ruhsal travmaların yarasını saracak güçlü, donanımlı ekipler hazır bekliyor ve ellerinde travma mağdurlarına klinik yardım sağlamak için güçlü protokolleri var. Dolayısıyla bu saydığım felaketlere bire bir maruz kaldıysanız onlardan destek alabilirsiniz. Benim bu yazıda daha çok seslenmek istediğim kesim bu olayları uzaktan izleyen, ruhsal olarak alarma geçen, her an bir deprem bekleyip tetikte gezen, virüsten başka bir şey düşünemez halde olmasına rağmen maske takmamak için kendini zor tutan, uçaktan zaten korkup kazadan sonra tamamen kaygı yumağı olan kişiler... Kendi çalışmalarımda da görüyorum ki yaşanan bu korkutucu olaylar kaygısı yüksek olmayanların bile kaygısını artırdı. Zaten kaygıyla baş etmeye çalışanların hayatlarını ise çekilmez kıldı.

İnsanlar travmatik durumlarda hep nedenselliği sorgular. Bu benim başıma neden geldi? Hep duyup biliriz ki doğa karşısında çaresiziz. Öyle mi gerçekten? Yaşadığımız olaylar sadece doğal afet mi? Normal şartlarda deprem de salgınlar da doğa olaylarıdır. Ama ülkemizde yaşadığımız çok acı deneyimler bize depremin değil; çürük, çarık, rantçı bir yapılaşma siyasetinin öldürdüğünü gösterdi. Keza bir virüs salgınına karşı yapılanlar da siyasetler üstü değildir. Sevgili Şükrü Erbaş’ın da dediği gibi “bir ülke senin gövden kadar masum olsaydı, bir tek anne oğlunu devletten sormazdı”. Virüs konusunda halkını alınacak tedbirler karşısında rahatlatacağına pekmezden bahseden bir zihniyet var. Uçak felaketinden dem vurup dördüncü cümlede TOKİ’lere, duble yollara atlanıyor. Aslında biz zaten üvey evlat gibi sürekli üstünden atlanan, görülmeyeniz. İnsan-doğa-siyaset denkleminde hor görüleniz. Felaketlere yönelik korkumuz da bu ihmal edilmişliklerden besleniyor. Her travmada ilk ihtiyacımız güven duygusu iken devlet bize güven verebilmek için bahşiş istiyor. İşte bu yüzden felaketler karşısında ruh sağlığını korumanın önemli bir ayağı olan toplumsal güven ortamını ıskalıyoruz. Binamıza, hastane koşullarına, arama kurtarma çalışmalarına, seri ve insancıl müdahalelere güvenemiyoruz. Bu noktada felaketlere karşı kaygımızla baş etmede bir sıfır yenik başlıyor, kendimiz ve küçük destek halkamızla baş başa kalıyoruz. Peki, o halde yola medeniyetten uzak ilk insan gibi yalnız devam edelim...

Öncelikle şunu kabul edelim; ortada 2020 veya başka bir zamana dair bir kehanet veya lanet yok. Ortada bilimle rahatlıkla açıklanabilen denk gelişler var. Kontrol dışı gibi hissettirmesi bizi çaresiz kılan. Hayatın, insanların, doğa olaylarının bizim kontrolümüz dışına çıkması da alışmamız gereken bir şey. Felaketlerden herkes korkar, ama herkes 7/24 bu korkuyla yaşamaz. Bu süreçlerde kaygınız baş edilemez bir noktaya geldiyse ve işinizi gücünüzü yapamaz hale geldiyseniz bu klinik bir durumdur ve bir uzmandan yardım almanızı gerektirir. Şu anda deprem ve felaket korkularını had safhada yaşayan kişilerin önceden de bilinç seviyesinde veya altında bir kaygı bozukluğu yaşıyor olma olasılığı çok yüksek. Bu felaketlerde ortaya çıkan temelinde ölüm korkusudur. Biz insanlar ölümü yok sayarak yaşayabilen canlılarız. Ama ölümle ilgili her tema bu korkuyu tetikleme etkisine sahiptir. Şunu not etmek gerekir ki hastalıklardan ve felaketlerden korkunun tek sebebi de ölüm korkusu değildir. Ölümle sonuçlanabileceği bilinen sancılı sürece maruz kalmaktır. Gerçekten de biz hem zorluklardan, yoksunluklardan, kaçınılmaz acı bir sondan korkuyoruz. Bu çok ezici bir duygu ve bununla baş etmeye yönelik farkında olduğumuz ve olmadığımız çabalarımız var. Kimi zaman yetersiz kalsa da...

Ölüm korkusunun panzehiri yaşamsallıktır. Yaşamı en anlamlı haliyle yaşamaya çalışmaktır. Kendi ölümlülüğümüzü kabul edip ürettiklerimizle ölümsüz olabilmektir. Koca sanat ve bilim dünyası bununla kendini var etmiyor mu? Ben öleceksem de ardımdan adım anılsın. Sanat ve bilimle hiç bir alakamız olmasa da, ölümsüz bir şey bırakamasak da kendi biricik hayatlarımızı anlamlı kılmak mümkün. Öncelikle ilişkilerle başlamak gerekiyor. Güzel, destekleyici bağlarla hayata temas etmemiz gerekiyor. Yediğimiz, içtiğimiz, giydiğimiz, söylediğimiz, inandığımız, savunduğumuzla tam olmamız gerekiyor. Varoluşçu filozofların ve Victor Frankl ve Irvin Yalom gibi yazarların döne döne yazdıkları da budur: otantik bir varoluş. Yaşamın otantikliği, özgünlükten, sahicilikten geçer. Herkesin yaşamı, korkuyu, ölümü ele alış tarzı farklıdır ama insanlığın ortak değerlerinde buluşabilmek çok daha anlamlıdır. Biz bu felaketlerden çılgın gibi korkanlar, odağı korkuyla baktığımız bedenimizden, umutsuzca çırpınan zihnimizden çekmek zorundayız. Her kaygıda tavan yapan kalp atışlarımızı, hop oturup hop kalkışlarımızı yatıştırmak zorundayız: bedenimize ve ruhumuza özen göstererek, yürüyerek, daha iyi beslenerek, daha güzel nefes alarak... Bunlar en basit ama en yaşamsal müdahalelerdir. Biliyorum ki, birçok insan anne-babasından kötü bir durumla, kaygıyla, ölüm korkusuyla nasıl başa çıkacağını bilmeden olumlu veya olumsuz hiçbir duyguyu düzenleyip ifade edemeden büyüyor. Felaket korkusunu en çok da bu kişiler ne yazık ki... Korktuklarında hiç yatıştırılmadıkları için kendilerini ve atan nabızlarını, hızlanan nefeslerini de yatıştırmayı bilmiyorlar. Aslında hem hayata hem de felaketlere karşı eksik başlıyoruz...

Sonuç olarak felaketler sihirli bir değnekle bitmeyecek. Onlara karşı savaşmak için de yukarıda bahsettiğim naif yaşamsallık yeterli değil. Bazen çok daha savaşçı olmak gerekiyor. Calvino’nun dediği gibi “cehennemde cehennem olmayanı” bulmak için mücadele etmemiz lazım.