Tiyatroda dramatik kurgunun esası olan basit bir ilke vardır: eğer oyunun ilk perdesinde bir silah gösterirseniz, o silahı bir sonraki perdede ateşlemeniz beklenir.

Bunun iki pratik faydası vardır. Birincisi, oyunun ilerleyen aşamalarından birinde silahı patlattığınızda, seyirciyi buna çoktan hazırlamış olursunuz. Seyirci ne de olsa silahı daha evvel görmüş, böyle bir şeyin olabileceğini hissetmiştir. İkincisi ise, yazarın mahareti ile ilgilidir. İyi bir yazar, daha sonra kullanmayacağı bir detayı oyunun içine yerleştirmez, anlamı gereksiz yere çoğaltıp kalabalıklaştırmaz. Bunun yerine, oyunun atmosferini kuvvetlendirecek ya da nihayetine işaret edecek ayrıntıları tercih eder.

Bu prensip ilk kez Rus oyun yazarı Anton Çehov tarafından dile getirildiği için, “Çehov’un Silahı” adıyla anılır.

Bu hafta Suriye ile yaşanan gerginliğin ertesinde, geçtiğimiz perşembe günü, TSK'nın yabancı ülkelere gönderilmesi ve görevlendirilmesine dair hükümete bir yıl süreyle yetki verilmesini öngören tezkere, TBMM Genel Kurulu'nda kabul edildi.

Bunun üzerine Çehov’un silahını bir kez daha hatırladım.

Çünkü bu tezkerenin meclisten geçmesiyle beraber, Türkiye’nin Suriye ile bir savaşa girme olasılığı da ilk kez bu kadar açıkça dile getirildi. Başbakanlığın sunduğu bu tezkerede, Suriye'de devam eden gerginliğin Türkiye’nin ulusal güvenliğini olumsuz yönde etkilediği ifade ediliyor ve topraklarımıza yönelik saldırgan eylemlerin artmasına karşı tepkisiz kalınamayacağından söz ediliyordu.

AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik ve diğer partililer her ne kadar bunun bir savaş tezkeresi olmadığını söyleseler de, bu cuma Başbakan’ın “Savaştan uzak değiliz” açıklamasıyla böyle bir felaketin olasılığı ile gerçekten baş başa kaldığımızı fark ettik.

Şu ana kadar yapılan açıklamalardan öyle anlaşılıyor ki, Başbakan ve AKP’liler, bu oyunun ilk perdesinde silah göstermek konusunda kararlılar. Ortadoğu’da işlerin bu kadar sarpa sardığı, ortalığın iyice ısındığı bir zamanda tansiyonu daha da yükseltecek bu hareket ne derece mantıklıdır bilmiyoruz.

Gerçi mantık, AKP hükümetinin kuvvetli tarafı olmadı hiçbir zaman. Şu ana kadar, yanlış analojiden tutun da (“içkiyi içen, gazı kullanan ödesin”), hatalı nedenselliğe (“Behzat Ç. evlilik dışı ilişkiye özendiriyor”), ya da döngüsel açıklamalara (AKP iyidir çünkü halkın partisidir ve halk iyidir çünkü AKP’yi destekliyor) kadar her çeşit mantık hatası yapıldı.

Bunca yanlış çıkarımdan sonra, bizi bir de totoloji bekliyormuş meğer. Başbakan, savaş olasılığını değerlendirmesini isteyen gazetecilere, ülke içinde ve dışında barış talebini dile getirenleri de dikkate alarak şu cevabı vermiş: “Birileri bize, ‘Yurtta sulh cihanda sulh,’ diyor. ‘Yurtta sulh cihanda sulh’ sulhun egemen olduğu yerde olur. Bizim can damarımıza bastıkları yerde sulhu konuşamayız."

Yani sulhun olduğu yerde sulh olur, olmadığı yerde savaş olur diyor. Güzel. Ama söz, hiç gereği yokken yinelenip, herhangi bir ek bilgi içermeyen şekilde tekrar kullanılmasaydı keşke. Yani barış barıştır, savaş da savaş demenin kime nasıl bir faydası olabilir? Bunu anlamak mümkün değil. Başbakan genellikle yaptığı gibi, hiç tartışmaya açık olmayan ama hiç de yeni bir şey söylemeyen bir söylemle çıkıyor karşımıza.

Üstelik herkes bilir ki, barış zamanı barışı savunmaktan daha kolay bir şey yoktur. Mesele, savaşın bir olasılık haline geldiği bir durumda hala barışçıl çözümler aramak ve sorunları bu yolla çözmeye çalışmaktadır.

Görünen o ki hükümet, belki de hiç ateşlemeyeceği bir silahı oyunun daha ilk perdesinden sahnenin en görünür yerine koyarak, kısa yoldan itibar kazanmak peşinde.

Ama ya silah patlamazsa ne olacak? O itibarı yitirmeyecek mi?

Daha da kötüsü, sırf sahneye yerleştirdi ve artık geri alması mümkün değil diye silahı ateşlemek zorunda kalırsa? Ya o zaman ne olacak?