Daha önce de (2010) olduğu gibi bugün de bu Referandum’dan toplumun “ilerlemesine” dönük bir sonucun çıkmayacağı gün gibi ortadadır. Zira buradaki mevzu, topyekûn bir “ilerleme”den çok yeni rejimin meşruluk arayışıyla ilgilidir

Çek bir anayasa, fetişizmi bol olsun!

YAVUZ ÇOBANOĞLU - Munzur Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi

Yüksek Seçim Kurulu’nun Referandum tarihini açıklamasıyla birlikte, ülke insanı kendisini yeniden keskin bir tercih süreci içerisinde buldu. 16 Nisan’da yapılması kararlaştırılan Referandum’a kadar bir yandan siyasetçiler kendi çalışmalarını yürütürlerken, diğer taraftan da iradesi konusunda türlü spekülasyonların yapıldığı millet de mevcut politik kültürel anlayışın sonucu olarak demokrasinin sadece sandığa indirgendiği (ve ne hikmetse sadece orada test edildiği) bir ortamda tercihini kullanacak. %50,01’in %49,99’u alt ettiği güzelim liberal demokraside “millet iradesi” adıyla anılan heyula, o şaşmaz iradesiyle ne karar verecek, hep birlikte göreceğiz.
Bununla birlikte hemen hemen herkes politik meşrebince Referandum’un kendisine ve sonucuna dair öngörülerini farklı ortamlarda dile getirmekten de geri durmuyor. Bu yüzden Referandum ve onun sonucuna yüklenen anlamlar öncelikle merak uyandırıyor, sonra da bizlere üzerine konuşup yazabileceğimiz nitelikte bazı veriler sunuyor. Zaten sadece bu açıdan bakıldığında bile meselenin siyaset sosyolojisinin güncel ilgi alanına fazlasıyla girdiği de rahatlıkla söylenebilir. Zira bugünlerde çok farklı varyasyonları olmakla birlikte Referandum meselesi üzerine rastladığımız pek çok tavır ile bu tavrın eşliğinde yürüyen “mevcut Anayasa’nın ülkeye yetmediği”, “ülkenin ilerlemesine köstek” olduğuna dair bir inancın toplumsal kökenleri, Osmanlı’dan günümüze uzanan politik bir mirastan beslenmekte. Nitekim Osmanlı bu Anayasal süreçlere, ancak bir yıldan biraz fazla yürürlükte kalan ve II. Abdülhamit tarafından ilk fırsatta kaldırılan 1876 tarihli Kânûn-ı Esasî’yle ve son günlerine sığan kısıtlı zaman aralığında yetişmişti. Lâkin ondan da eski olan bu “ilerlemeci” inanç, bilhassa Cumhuriyet’ten sonra hem Anayasal süreçlere yüklenen gereğinden fazla önemin itici gücünü oluşturdu hem de günümüze kadar ulaşan yanılsamaların da esas sahibi oldu.

Öyle ki Osmanlı’da Padişah ve Vezirler başta olmak üzere, her olumsuzluğun sonucunda “kişilerin değişmesiyle her şeyin değişeceğine” olan kadim ve katı bir inanç, Cumhuriyet ile birlikte aynen devam edip yeni kuşaklara intikal ederken çatladı. Ertesinde bu çatlak, artık olan ya da olası sıkıntıların atlatılabilmesi için Anayasa’nın veya onun bazı maddelerinin değiştirilmesiyle ülke insanlarının huzur, refah vb. kavuşacağına olan bağlılığı güçlendiren bir başka kola daha bölündü. İşte bu kol, o günden günümüze kadar uzanan ve bütün Anayasal süreçleri kitlesel olarak kutsayan, hatta daha doğru ifadeyle fetişleştiren, bir zihnî anlayışa da işaret etmektedir. Bu anlayışa göre, aslında ülke “patlamaya hazır bir volkandır”, “zincirlerinden bir kurtulsa uçacaktır”; fakat tüm bunların önündeki tek engel ise “köhneleşmiş yasa ve yönetmelikler” ve onların ilham aldığı “toplumun bile gerisindeki” Anayasa’dır. Bu yüzden Anayasa bir değişirse, ülke şaha kalkacak, artık önümüzde kimse duramayacaktır. İslâm ile milliyetçi tarih anlatılarından da güçlü şekilde beslenen bu zihniyet biçimi, eski ihtişamlı günlerin hayali üzerinden anakronizme düşmeyi de ihmal etmez. Meselâ bugünkü “Hilafet geri gelecek”, “Osmanlı yeniden dirilecek” söylemleri bu bakımdan dikkatle izlenebilir.

Üstelik böylesi bir fetişizm anlayışı (tıpkı ilkel köklerinde olduğu gibi), din gibidir; yaygınlaştıkça üzerine daha az düşünülen genel bir inanca da dönüşür ve doğal olarak dogmatikleşir. Sonuç itibarıyla bu durum esasen, kitlesel ataletin ortak halüsinasyonlarıdır. Kitle fetiş beslediği nesne/duruma karşı, gerçekliği kaybetmiştir. Öyle ki buradaki kitlesel anlayış kendi hareketsizliğini, idealist bir tutumla dışarıdan bir müdahaleye (örneğin Anayasa değişikliği) bağlar. Buna göre çalışma, düşünme, üretme, bilgilenme, nitelik kazanma, sosyal sorumluluk alma gibi toplumsal değişimin asıl itici güçleri keyifle ve kurnazca rafa kaldırılır; üstlenilecek olası mesuliyetler de böylelikle ortadan kalkmış olur. Anayasa’nın değiştirilmesine karşı çıkanlar ya da değişim ile ilgili alternatif önerileri olanlar “baş düşmanlar” kategorine alınır. Bundan sonra Anayasa’nın (ya da onun bazı maddelerinin) değişimi, büyük bir sınav ve mutlaka başarıyla sonuçlanması gereken bir “toplumsal geçiş dönemi” gibi algılanmaya başlanır. Ertesinde bu dönemin bizatihi kendisi canlı bir varlığa dönüşür ve zaten mesele de artık bir ölüm-kalım meselesi haline gelmiştir. Dahası bu canlı varlığa bir takım kolektif ruhlar da (devletin/milletin bekâsı; güçlü ordu/güçlü devlet vb.) üflenir ve tümü Anayasa değişikliğinin söylem örgüsüne itinayla ilmeklenir.

Böylelikle Anayasa değişikliği, basit bir “değişiklik” olmaktan çıkmış, rasyonelliğin büyük ölçüde yitirildiği, arzu ve isteklerin ağır bastığı, sonucunda illâ ki bir “yarar/mutluluk” beklenen fetiş bir aşamaya ulaşılmıştır. Burada fetiş nesne (yani Anayasa) ekseriyetle soyut düşünce üzerine kurulu olduğu için, yaratılan illüzyonun gerçeklikle ilgisi ne kadar dinamik ve iyi kurulabilirse fetişleştirme de aynı derecede başarıya ulaşır. Sonuç olarak bu fetiş kurgudaki tek eksik acıdır ki o da bir sonraki Anayasa değişikliğine kadar umulan ama gerçekleşmeyen beklentiler ile ah’lar vah’lar arasındaki pişmanlıkların içerisinde fazlasıyla mevcuttur. Fakat fetişleştirmede yaşanan her acının, fetiş duruma karşı yeni ve taze motivasyonlar ürettiği de asla akıldan çıkarılmamalıdır.

Öte yandan üstünde durulması gereken bir başka nokta da şudur ki, Anayasa başta olmak üzere, ondan kaynaklı tüm yasa ve yönetmeliklerin toplumsal, siyasal, ekonomik hatta kültürel ilerlemenin önündeki “en büyük engeller” olarak gören “ilerlemeci” bir anlayışın, bugün eski muktedirlerden yenilerine eksiksiz intikal ettiğidir. İlerleme kavramının sosyal bilimlerce yeterince silkelenmesi, itibarsız ve çok sıkıntılı bir kavram olması bir yana, Anayasa’yı ya da onun bazı maddelerini değiştirmek (eğer amaç buysa) toplumun “ilerlemesi” için kendi başına yeterli değildir. Açıktır ki, topluma böylesi söylemleri yukarıdan yayanlar da doğal olarak bunun farkında olan kişilerdir. Daha önce de (2010) olduğu gibi bugün de bu Referandum’dan toplumun “ilerlemesine” dönük bir sonucun çıkmayacağı gün gibi ortadadır. Zira buradaki mevzu, topyekûn bir “ilerleme”den çok yeni rejimin meşruluk arayışıyla ilgilidir.

Çünkü her yeni rejim, mutlaka yeni bir Anayasa ile kendi sistemini sağlamlaştırmak, garanti altına almak zorunluluğundadır ve kendi Anayasasını yap(a)mamış, orada kendilerine özgü bir çerçeve çizmemiş tüm rejimler hem politik hem de hukukî olarak boşluğa düşmeye mahkûmdur. Bugün Türkiye’de yasa ve yönetmeliklerin uygulanabilirliğinin kalmaması, keyfiyete ve duruma göre hareket edilmesi, yaygın hak ve hukuk ihlallerinin bir sebebi de yeni rejimin kendi Anayasası’nın olmamasından kaynaklıdır. (Yine de “yapsa ne değişir?” bu da ayrı bir tartışma konusu olabilir.) Öyle görünüyor ki, Meclis’te, toplumda ve bürokraside fazlasıyla güçlenen politik iktidar, gücünün karşılığını talep etmek ve kendi rejiminin meşruiyetinin hukukî kaynaklarını da bir an önce sağlamak istemektedir. Zaten politik iktidar ve çevresinin, bundan kaynaklı olarak ve çoktandır, kendilerine ait olmadığını düşündükleri mevcut Anayasa’yı artık tanımama, kabul etmeme, ihlal ettiğinde bile umursamama eğilimi içinde olduklarına şahit oluyoruz. Keza benzer başka sebeplerin de eşliğinde ve bu aşamadan sonra politik iktidarı “Anayasa’ya uymaya” çağırmak, ancak romantik bir çabanın adı olabilir.

cek-bir-anayasa-fetisizmi-bol-olsun-249713-1.

Öte yandan, Türkiye’de Anayasal metinleri yapma ya da değiştirme süreçlerinin destek aldığı kültürel temeller de popülizme dayanmaktadır. Burada popülist vaatlerin varlığı, hem sürece dair üretilen söylemleri destekler hem de fetiş durumun devamına yönelik motivasyonu güçlendirir. Böylece Anayasa değişikliği ile hiç de ilgisi kurulayamayacak pek çok popülist vaat mitsel biçimde bu “değişime” bağlanmaya başlar. Örneğin, 2010 Referandumu’ndan birkaç ay önce bir vesileyle İstanbul’daydım. O güne kadar gazetelerde rastladığımız “evet” yanlısı ilânları tüm İstanbul sokaklarındaki bilboard’larda da görmek kendi adıma şaşırtıcı değildi. Hatta pek çok insan Anayasa’nın bazı maddelerinin değiştirilmesiyle “Avrupa standartlarında bir hayat”, “gazilere ve şehitlerin geride kalan çocuklarına daha fazla imkân”, “emeklilerin daha iyi şartlarda yaşaması” gibisinden popülist söylemlere gerçekten inanıyordu. Bunun için “Anayasa’nın değiştirilmesine ne gerek var, bu zaten seçilmişlerin aslî görevi değil mi?” sorusu belli ki anlamını çoktan yitirmişti. Mit gerçekliği yutmuştu.

Önümüzde yine bir Referandum var ve öyle görünüyor ki aynı fetişleştirme hâli ve benzer mitsel demagoji ile popülist söylemler yeniden piyasaya çıkmış durumda. Bir farkla ki bu Referandum’da Anayasal metinlerin değiştirilmesine yüklenen anlamların birkaç seviye daha yükseldiğine şahit oluyoruz. Dahası sosyal medya ortamlarında biraz dolaşıp “acaba neler yazılmış?” diye baktığımızda, “güçlü ülke”, “istikrar”, “refah”, “devletin bekâsı” söylemleri her zamanki sağlam yerlerini korurken; artık “ecdad-ı vatanı kurtarmak” gibi dizi repliklerinden aşina olduğumuz kişisel ve büyülü misyonlarla da karşılaşıyoruz. Beklenti listesi “eski çağdışı sistemden bıkıldığı”, “vatanı hainlere bırakmak istenmediği”, “şehit kanlarının hesabını sormak”, “vatan hainlerine ülkeyi böldürmemek”, “laiklik adı altında sapıklaşmış köle sistemine karşı olmak” için şeklinde mitsel bir milliyetçilik üzerinden uzayıp gidiyor.

Fetiş ve popülist anlam yüklemelerine ise, aynı sosyal ortamlara “yorum” yapan diğer bir grupta rastlıyoruz. Bunlara göre Anayasa’nın bazı maddelerinin değiştirilmesiyle “18 yaşını dolduranlar milletvekili olabilecek”, “bürokrasi azalacak ve kararlar hızlanacak”, “insanlar özgürlüklerini güvenli bir ortamda yaşayacak”, “yargı tam bağımsız olacak”, “ekonomi güçlenecek”, “gerçek demokrasi gelecek”, “dünya 100 yıl geriden takip edilmeyecek”, “dünyanın en iyisi olunacak”… Bu cümlelerden de tespit edileceği üzere, fetiş durumun siyasî, iktisadî ve sosyolojik gerçekleri alt üst edip çiğneyip geçmesi, onun ruhsal doğasının da bir sonucudur. Keza buradaki fetiş durum, fetiş nesnede (Anayasa) gizil bir gücün varlığına inanılmasıyla hayat bulur. Böyle bir simgesel bağlantıyla da kuvvetlendirilen fetiş nesne, aksine tapılacak bir şey değil; ancak “yarar” umulan etkileyici bir güçtür. Bu yüzden bu yarar sarmalındaki kişilerin, “gerçeklikle ilişki kurma” gibi bir problemleri de yoktur.

Zaten böyle bir durumda gerçeklik, muğlak, uzak, korku verici, rahatsız edici ve büyü bozucudur. Nitekim iradeyi zayıflatan sihrin asla bozulmaması gerekmektedir. Çünkü karnı acıkmış bir avcı-toplayıcı binlerce yıl önce semiz bir av bulabilmek için fetiş anlamlar yüklediği taşları nasıl birbirine sürtüyorsa, günümüzde bazı insanlar da bir cümle değişikliğiyle ülkenin cennete dönüşeceğine aynı motivasyonla inanmaktadır. Yine ne gariptir ki, bu inanç sahiplerinin Anayasal süreçlere yegâne katkısı, sürekli sandığa gitmekle sınırlıdır. Bir kez bile olsun yukarıdan bir kutsî el uzanıp “ne istediğini” sormadığı gibi, “gel bir cümle de sen yaz” dememiştir. Bu ülkede Anayasal metinler, hep güçlüler tarafından yazılıp değiştirildiği içindir ki (Anayasa zaten çoğu kez böyle bir zor’un adıdır), hiçbiri bir toplumsal uzlaşma sonucu olarak ortaya çıkmamış, sivil katkılar da çok yetersiz düzeyde kalmıştır.

Sonuç olarak, buraya kadar anlatılanlar başka tarihlerde ve içeriği çok farklı değişikliklerde, bugün “hayır” diyecekler için de geçerli olabilir. Zira politik miras, farklı tonlar ve biçimlerde de olsa bir ülkenin sadece bir kesimi için geçerli olan bir durumun adı değildir. Tabi bir gün sırası geldiğinde akademik bir ilgiyle birilerinin de o günkü ortamın anlam dünyasını ele alması ihtimaller içinde değerlendirilebilir. Ve belli ki bazıları da o zamana kadar, kitlesel ataletin ortak halüsinasyonlarının fetiş bir sonucu olarak ve tarih dışı idealist bir anlayışla, Anayasa metinlerindeki cümlelerin değiştirilmesiyle ülkeye “medeniyet geleceğine” inanarak yaşayacak. Yine de dikkat edilmeli ve “tek dişi kalmış canavar” asla kuyruğundan yakalanmamalı. Hem “ilerleyelim” (“en büyük/baş” olalım) derken ebediyen “geri” kalınıyor hem de kuyruğundan tutulunca fena kızıyor ve herkesi altına alıyor. Benden söylemesi…