Göç kuramları, insanların bir yerden bir başka yere kitleler halinde gidişlerini “itici” ve “çekici” faktörlerle açıklar.

Türklerin ilk göçü, misal, IV. yüzyılda Orta Asya’daki toprakları bırakıp farklı göç yolları üzerinden dünyaya yayılmaları asıl olarak “itici” faktörlere bağlıdır. Kuraklık, o toprakların artan nüfusu besleyemez olması, hayvancılığı sürdürmek için yeterli otlak alanlarının kalmaması…

Sonra, kimimizin bizzat tanık olduğu ama ortak toplumsal hafızamızın en canlı göç hikâyesi, halen bir şekilde yaşanan Almanya göçü başladı.

II. Dünya Savaşı ardından hızlı bir toparlanma sürecine giren Almanya’da, 1950’lerin ikinci yarısından itibaren ciddi bir işgücü açığı ortaya çıkmış ve 31 Ekim 1961’de imzalanan anlaşmayla, Türkiye’den de işçi alınmaya başlanmıştı. Sunulan imkânların cazibesine kapılan Anadolu insanı İstanbul Tophane’de açılan “İrtibat Bürosu”na işçi olabilmek için başvuruyor, sonra ailece hayallere dalarak oradan gelecek “Alamanya kâğıdını” bekliyordu.

Kâğıdı gelenler uçarak gitti. Alman doktorlar karşısında mahcup bir umutla anadan doğma soyundular. Dişlerine kadar kontrol edilip son onayı da aldıktan sonra, ellerinde tahta bavullarla Sirkeci Garı’ndan trenlere bindiler. Her ne kadar “acı vatan” diye türküler yaksalar da bu göçü tetikleyen “çekici” faktörlerdi.

Trenden indiklerinde çalışacakları firmaların yetkililerince karşılanmış, birkaç kişi birlikte kalıp banyoyu tuvaleti ortak kullandıkları “heim”lara yerleştirilmiş, kazandıkları her kuruşu memlekete gönderip, hem aileleri hem de döviz ihtiyacıyla kıvranan memleket için “altın yumurtlayan tavuk” olmuşlardı.

1980’lerde onları davul zurnayla karşılayan Almanya’nın yerini bir başka Almanya’nın almaya başladığı görülmeye başlandı. 70’lerin ortasından itibaren de işçi alımı durmuştu zaten. Artık yabancı düşmanlığı yaygınlaşmaya başlamıştı. İslamofobi de cabası. Eskisi gibi istenmiyorlardı!

Ancak, bu kez de darbe “itici faktör” olmuştu. Ekonomik sıkıntıların üzerine çıkan bir işkence, cezaevi baskısı kaçırıyordu Türkiye’den. 90’lardan sonra da Kürt sorunu etrafında gelişen şiddet ve baskı ortamı “itici faktörler” oldu. Turgut Özal’ın kefil olduğu mektuplarla Alman Büyükelçiliği’nden vize alıp, oraya kapağı attığında “bana işkence ettiler” diyerek iltica talebinde bulunanlar bile oldu.

Almanya eskisi gibi çekmiyor, ama Türkiye itiyordu!

Ve geldik AKP’li yıllara: Bir cennet oldu Türkiye!

Artık hastanelerde sıra beklenmiyordu. İlaç doktor bedavaydı. Herkes kendi kimliğini gururla taşıyabiliyor, Kürtçe türküler söyleyebiliyordu. Emekliler en yüksek maaşı alıyordu. Otoyollarımızın, havaalanlarımızın bir benzeri Avrupa’da yoktu. Koronavirüsten kırılan Avrupa’ya biz yardım ediyorduk. Kendi otomobilimizi yapıyor, aya gitmeye hazırlanıyorduk. Özetle; Almanya bizi kıskanıyordu!

Sonra, ne olduysa oldu. Bir belediyenin dahil olduğu organizasyonla hizmet pasaportu alarak Almanya’ya giden 50’ye yakın vatandaştan sadece 3’ünün geri döndüğünü öğrendik. Gerisi Almanya’da kaybolmuşlardı. Anlaşılan, bu yeni bir insan kaçırma yöntemi olmuş, yollarda ölme riskine girmeden 10-12 bin avro ödenerek memleketten “kaçma” yolu bulunmuştu.

Hadi hesabı alttan tutup kişi başı 10 bin dolar diyelim, bunu bulmak çoğu vatandaş için ölümden zor. Bu yolla 128 milyar dolar toplanabilir mi diye merak ettiyseniz, onu da söyleyeyim, hiç kolay değil: 12 milyon 800 bin insanı kaçırmak lazım!

Uzun lafın kısası, çeken bir şey yok Avrupa’da. Memlekette gitmek için ölümden zor bir parayı vermeyi göze alanlar var! Ne itiyorsa artık?