Bir varmış bir yokmuş, öyle evvel zaman içinde falan değil altmış yıl kadar önce birbirlerinden habersiz iki erkek bir yıl arayla İstanbul’da dünyaya gelmişler. Gözlerini açtıkları ülke, Demokrat Parti’nin yönetimi altında vahşi kapitalizmin ve yağmacı sermaye birikiminin tadını çıkarıyormuş.
Celal’ in de Recep’ in de aileleri sonradan İstanbullularmış. Birinin kökleri Rumeli’ye, diğerinin Karadeniz, Rize hatta Gürcistan’a dek uzanıyormuş. Bir anlamda Cihan İmparatorluğunun bakiyesi bile sayılabilirlermiş.

Biri henüz altı aylık, diğeri bir buçuk yaşındayken büyüdükleri şehirde, şehrin tarihinde defalarca tekrarlanan yağma ve kıyımların en son ve en büyüklerinden birine tanık olmuşlar. İkisinin de hafızalarında ne kadar yer ettiği, talandan ailelerinin payına bir şey düşüp düşmediği bilinmez ama çocuklukları olasılıkla bu yağmanın anılarıyla biçimlenmiş olsa gerekmiş.

Çocuklardan büyüğünün ailesi kendisine dindarlığı ve komisyonculuğu ilke edinirken küçüğünün ailesi ise sanayi ve eğitime yönelmiş. Biri geldiği toprakların kıyı kaptanlığından memuriyete intikal ederken, diğeri çocuklarını üretim, sanayi ve eğitime yönlendirmiş.

Büyük çocuk sokaklarda büyüyüp, İmam Hatip tahsil edip, halkla içe içe kendisini yetiştirirken, diğeri Robert Kolej sonrası taaa Amerikalarda devam etmiş eğitimine. Küçük, Amerikan Alman hayranı bir aristokrat olarak hissetmiş kendisini ve sonra da öyle olduğuna karar vermiş; büyük ise Amerikan destekli Milli Türk Talebe Birliği’nde antikomünizm tedrisatından geçmiş ve dini hayatının merkezine koymuş. Tabi, dinin ticaret bahsini diğer bölümlerden daha da önemsemiş. Farkında olmasalar da ikisi de Amerikan malı olarak büyümüşler.

Küçük, eğitim aldığı alanda dünya çapında bir bilimci olmuş; aldığı ödüllerin listesi sayfalara sığmamış, doğduğu şehrin bir yalısında hiç bir zaman geçim derdi olmadan hep ‘rafine’ bir hayat sürmüş. Büyük olan ise top peşinde koşturmaktan eğitim bahsinde zayıf kalsa da ticaret ve siyasette hünerini göstermiş.

Celal, üretim yapan aileden gelen gelirle bilim yapmaktan başka bir şeyle ilgilenmemiş ama gel zaman git zaman yaşadığı memlekete bilim dışında da katkısı olması gerektiğine hükmederek ‘toplum nasıl yönetilir’e de kafa yormaya başlamış. Celal’ in ailesi gibi ailelerin ürettiklerinin dağıtıcılığını üstlenen Recep, ise pek mahir çıktığı bu alandaki deneyimini ‘toplumu yöneterek’ taçlandırmak istemiş.

Belki çocukluklarında yolları hiç karşılaşmamış ama Celal ve Recep, birbirlerini biliyor ve birbirlerinden de pek hoşlanmıyorlarmış. Kim bilir, Recep İstiklal Caddesi’nde su satarken, anneciğinin elinden tutarak yürüyen Celal’e hasetle bakmış da olabilirmiş. Celal, Receplerden ürküp anneciğine daha sıkı yapışmış, Recep ise Celallerden hıncını nasıl çıkarabileceğini düşünüp, yumruklarını sıkmış bile olabilirlermiş.

Gel zaman git zaman Recep, toplumu yönetme imkânını dişiyle tırnağıyla kazarak da olsa elde etmiş ve Celal’in diplomalarından daha fazla diplomayı fahri de olsa duvarına asmış. Celal, babadan kalma yalısında o kadar vaaz vermesine karşın toplumu adam etmenin mümkün olmadığına karar verip, bu kez o saraylardan toplumu yöneten Recep’e haset etmeye başlamış.

Recep’ te ‘konsolide olan’ güce hayranlık duymaktan kendisini alamayan Celal, ancak böyle bir güçle toplumu adam etme projesinin gerçekleşebileceğine, bu amaçla topluma gerekirse bok bile yedirilebileceğine inanmaya başlamış. Recep de zaten elde ettiği güçle toplumu kendine biat ettirerek adam edeceğine inanıyormuş.

Masal bu ya, Celal ile Recep bir gün karşılaştıklarında bir elmanın iki yarısı olduklarını fark edip hasretle kucaklaşmışlar ve birbirlerine, ‘Ne tuhaf acaba Cumhuriyet gerçekten bizi mi yetiştirmek istemişti?’ diye sormuşlar.