Yüzündeki tatminkâr gülüşe hayretle bakıyorum. Öyle emin ki bundan. Üstelik bunu söylemekten öyle zevk alıyor ki, neredeyse bir keyif sigarası da burada yakacak

Celladına âşık

GÜLŞAH ELİKBANK

Her akşam aynı terane, kimsenin birbirini dinlemediği, aynı anda konuştuğu ve ekrana tükürükler saçmaktan başka bir sonuca varılmayan bir tartışma programını kapattım ki, üst kat komşudan yükselen bağrış çağrış sesleri başladı. Birazdan yerini farklı iniltilere bırakacak bu sesler, biliyorum. Kavga etmeden birbirini sevemeyenler ülkesi burası nicedir. Bir saate kalmaz kapım çalar, Ayşe etekliğini çekiştire çekiştire benden fondöten istemeye gelir. Yüzü rengarenktir. Eş marifeti saydığı gözündeki morluklara, aşk hikmeti sandığı boynundaki morluklar karışmıştır yine. Komşu oturmasına gidecektir ama biraz kapasa iyi olacaktır o morlukları. Tabii boynundakini azıcık bırakacaktır ki kocasının onu ne kadar sevdiği görülsün, bilinsin. Her şey görünür olmalı çünkü. Görünmeyene kimse inanmıyor artık bu devirde. Görünmeyen aşklar yok hükmünde, göze sokulmayan paralar da öyle. Birileri kendisine imrenmeden var olamayan canlılar olduk biz nicedir.

İşte zil çaldı. Ayşe kapıda o meşhur, sözde utangaç gülümsemesiyle bitmiş bile. Bu beş dakikalık alışverişimiz içinde, bir komşuluk vazifesi olan haftalık dedikodumuzu da yapacağız elbette. Bizim görünür olmamız yetmez çünkü, görünmeyenleri de öğrenmeliyiz. Görünmeyenler çok tehlikelidir ne de olsa. Mesela alt komşumuz Hatice. Kızcağız öyle yoğun çalışıyor ki, gece geç saatlerdeki gelişini ancak yüksek topuklarının merdivenlerde çınlamasından ya da geceye usulca yayılan parfüm kokusundan anlıyoruz.

Ayşe, uzattığım fondötene uzanırken, hınçla parlayan gözlerinden anlıyorum ki taze dedikodular gelmiş apartmanımıza. Zaten hiç bekletmeden söze giriyor Ayşe.

“Duydun mu, genel müdür yardımcısı olmuş şimdi de haspam” diyor, kimden bahsettiğini anlayayım diye gözlerini alt kata doğru şöyle bir deviriyor.

“Duydum, hak etti doğrusu, iki yıldır doğru düzgün ev yüzü görmedi kızcağız, çok çalıştı” diyorum, kapıyı hafifçe kapamak için hamle yaparak ama belli ki Ayşe bununla yetinmeyecek. Gitmeye hiç niyeti yok.

“Artık nerede, nasıl çalıştığını Allah bilir. Günahı boynuna” diyerek lafı ağzıma tıkıyor. Sonra da fısıltıyla devam ediyor söylenmeye.

“Bu devirde kolay mı öyle kadın başına koca gıda firmasının yöneticiliği…”

Tüm iyi niyetimle, “Evet, çok iyi pozisyon” diyorum ama anında pişman oluyorum konuştuğuma.

Ayşe kıkırdıyor. “Artık hangi pozisyonlara girdi bilemeyiz bu iş için.” Bir yandan da ayıplayan o tiz tonlamasını ihmal etmiyor.

Yüzündeki tatminkâr gülüşe hayretle bakıyorum. Öyle emin ki bundan. Üstelik bunu söylemekten öyle zevk alıyor ki, neredeyse bir keyif sigarası da burada yakacak.

Tutamıyorum yine çenemi, soruyorum. “Ayşe, senin kocan da genel müdür değil mi?”

Omuz silkerek, “Öyle, çok şükür, yiğidim benim” diyor. Bu işin tüm gururu ona aitmiş, sebebi sanki oymuş gibi.

“O da mı çeşitli pozisyonlara girip oturdu o koltuğa yani?” diye soruyorum.

Yüzüme saf saf bakıyor. “Ne alakası var ya?” diye söyleniyor. Yüzündeki o tuhaf bakıştan sözlerimi tarttığını anlıyorum ama çoktan verilmiş kararları, sivrilmiş önyargıları var. Benimki boşa kürek çekmek. Yanıtı fikrimi doğruluyor zaten.

“Hiç kadınla erkek bir olur mu, ablam ya?”

Beni asla anlamayacağını seziyor, konuyu değiştiriyorum. “Yarın tiyatroya gideceğiz kızlarla, gelmek ister misin?”

“Yok be abla, benimki izin vermez. Gözünün önünden ayırmaya kıyamaz ki” diyor buruk bir gülüşle, eli istem dışı gözündeki mor halkayı okşuyor. Benden çok kendini kandırmaya ihtiyacı var. Bu yalanlardan başka tutunacak dalı yok, liseyi bırakıp kaçmış bu adama. Üç de çocuk yapmış. Nereye kıpırdasın? Ben bunları düşünürken acılı bir kahkaha atıyor.

“Benim herif beni öldüresiye sever” diyerek dönüyor arkasını, evine doğru sekerek çıkıyor merdivenleri. Biliyorum, bir gün öldürecek zaten onu kocası. Celladına âşık tüm kadınlar gibi.