Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay Kızılcahamam’da “Yeni Oslo sürecini de bu açlık grevleri olumsuz etkiledi, zora soktu”diyor...

Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay Kızılcahamam’da “Yeni Oslo sürecini de bu açlık grevleri olumsuz etkiledi, zora soktu”diyor.

Atalay, Oslo ve benzerlerinin çözüme götüreceğine inanıyor mu, inanmıyor mu; bilemem. Ama AKP’li olmayıp da AKP’yle görüşmelerin barış getireceğini sananlar sadece kendilerini kandırmıyorlar, AKP’nin üzerine oturup daha da derinleştirdiği darbe rejiminin meşrûlaştırılmasına, buna bağlı olarak da kanın artarak akmasına da istemeden hizmet etmiş oluyorlar.

Oslo, İmralı veya Kandil’le görüşen AKP güya barıştan yana cesur adım atmış oluyor/olacak! Bu kadar salaklık –değilse, hainlik- fazla;  tam tamına ‘yetmez, ama evetçi’ işi. Her  şeyden önce onbinden fazla insanı zindana atıp orada rehin olarak tutan kim. Ayrıca, KCK tutuklamalarının askerî operasyonlarla aynı bir strateji doğrultusunda kotarıldığını, yani hukukî değil siyasî olduğunu açıkça söylemekte beis görmeyen de, bizzat Atalay’ın kendisi. Hukukun/yargının siyasetin aracı olarak kullanıldığını itiraf etmiş oluyor, ama farkında bile değil: Ne de olsa kendisi ”ben SANA sen demiyorum” derken, karşısındakine ikinci tekil şahısta, yani ‘sen’ diye hitap ettiğinin de farkında olamayanlar ve/veya bundan utanmayanlar takımından  .

Hukuku araçsallaştırmak, bunların en pervasızca baş vurdukları bir yol; ki, bu, onları darbecilerden de beter kılıyor: Hem yargıya talimat veriyorlar, hem de “biz karışmayız, bağımsız yargı bilir” diyorlar.Başbakan, açıktan açığa “Öcalan ailesiyle görüşebilir, ama avukatlarıyla görüşemez “ diyor. Yıllarca ailesiyle, avukatlarıyla ve de başbakanın adamlarıyla muntazaman görüşebilmiş; ama, 16 aydır, bunların hepsi yasak, yürütmenin emriyle; ve bunlar verdikleri emrin, koydukları yasağın, kurdukları despotluğun adamı da değiller: ‘Koster bozuk’ bahanesi, çok ama çok ucuz, gerçekten utanç verici, ileri süreni de çok alçaltıcı. Ancak Habur da, hukukun araçsallaştırıldığı bir çadır gösterisiydi; Erdoğan’ı hukuk-üstü bir varlık (sultan, ‘halkların cici babası’ vb…) konumuna yükseltme stratejisi doğrultusunda.

Taa o zaman söylemiştim/yazmıştım “ kendisine sultanlığın yolunu açacağına inanırsa Öcalan’a da Kürdistan prensliğini vaad etmekte bir saniye bile tereddüt etmez” diye, Erdoğan için. Bunların gözü çok yüksekte ve de paradoksal olarak, entelektüel birikimlerinin fevkelade sığ, sınıfsal deneyimlerinin de fevkelade fakir olmasından dolayı her şeyi kolaylıkla beceririm, ben yaparsam her şey olur sanıyorlar; hele, biraz okumuş olanları, ‘Kız Tavlama Sanatı’nı bir gecede hatmettimiydi, yeni geldiği büyük kentin en büyük çapkını olacağını/olduğunu sanan taşra delikanlısından farksız. Her biri kendi ‘devr-i daim makinesi’ni icad etmiş Con Ahmet havasında. Oysa, şunu bile bilmiyorlar: Toplumsal gruplar, örgütlerine indirgenemezler. Vakıa bunu, en yüksek puanla girilen üniversitelerden Gurvitch’in bile adını duymadan sosyoloji diploması alanlar da bilmiyor: Hocaları utansın.

Örgüt ve/veya Öcalan’la yukarıdan işi bağlar –sanki örgüt bir şirket, önderi/yöneticileri de şirket patronuymuş gibi-, tabanı da birkaç PR numarasıyla kafaya alır, geri kalanını ise Amerikan diplomasisine havale edersek meseleyi halledip yolumuza devam ederiz diyen kafa, hesap tutmayınca bu defa da Öcalan’ı örgütten kopartıp Amerikan teknolijisine sığınarak bir yerlere varabileceğini sanmıştır.

Hem kifayetsiz, ama aynı ölçüde de muhteris; çaresiz kalınca da ilk baş vuracağı şey tabiî ki, şantaj: Önümüzdeki günlerde, gündemin baş köşesine oturtacakları, idamın geri getirilmesi olacaktır, dağa çıkan insanın kelleyi taa en baştan koltuğa aldığını bile hesaba katamayan ferasetsizlikleriyle. Ancak şunu da bilelim ki, bunlar bizim ülkemizi ‘dar-ül harp’ addediyorlar; dolayısıyla bizleri de kendilerine karşı her yol mubah, küffar: Ölümler bunlara vız gelir; tam tersine pek bir sevinirler, burunlarını sürttük diye.

Son sözüm açlık grevindeki kardeşlerime: Bunlara inat, yaşamak lazım.