35 yılda Türkiye, tarihinde hiç olmadığı kadar İslamileşti. Öyle ki, Türkiye 14 yıldır siyasal İslamcı parti ve lideri tarafından yönetiliyor.

Cemaatçi cuntanın önü ordudaki tasfiyeyle açıldı

YAŞAR AYDIN
yasaraydin@birgun.net
@yasaraydinnn

Rahmi Yıldırm hepimizin tanıdığı bir gazeteci. Aynı zamanda 12 Eylül Darbesi sonrası yargılanan subaylardan biri. TSK’da “Kızıl Devre” olarak adlandırılan dönemin öğrencilerinden. Yıldırım’la 15 Temmuz Darbe Girişimi’ni, Ordu’da yaşananları ve bundan sonra yaşanacakları konuştuk.

»Sizi gazeteci olarak tanıyoruz. Aynı zamanda asker kimliğiniz de var. Bugüne kadar kaç darbe yaşadınız?

27 Mayıs 1960, 1962 ve 1963 yıllarında Talat Aydemir ve Fethi Gürcan’ın girişimlerini tarih ve anı kitaplarından okudum. Anımsadığım ilk darbe, 12 Mart 1971 darbesi. Darbeden birkaç ay sonra İstanbul’daki Kuleli Askeri Lisesi’ne girmiştim. O darbe, gelişen sol hareketi bastırmanın yanı sıra, Atatürkçü cuntanın Kemalist cuntayı tasfiye ettiği darbeydi. Atatürkçü cuntanın şeflerinden İstanbul 1’inci Ordu Komutanı Faik Türün hemen her hafta okulumuza gelirdi. Her gelişinden sonra sevdiğimiz öğretmenler uzak illere sürgün edilirdi.

Askeri okullardaki öğrenciliğimiz Türkiye’de sosyalist aydınlanmanın kitleselleştiği 1970’li yıllarda geçti. Özel olarak sosyalist hareketleri hedef alan, bütün toplumun üzerinden silindir gibi geçen 12 Eylül 1980 darbesi sırasında teğmen rütbesindeydim. Çanakkale’nin Çan ve Yenice ilçelerinde sıkıyönetim komutanlığı yaptım. Ardından 1982’de yasadışı görüşler taşıdığım, örgütsel faaliyetlerde bulunduğum gerekçesiyle tutuklandım, iki buçuk yıl tutuklu kaldım, sıkıyönetim mahkemesinde beraat ettim.

28 Şubat 1997 postmodern darbesi sırasında gazeteciydim. Üyesi bulunduğum sendikanın bağlı olduğu TÜRK-İŞ konfederasyonu darbecilerden yana tavır alınca, kişisel olarak “Ne şeriat ne darbe” diyerek protesto bildirisi yayımlamıştım. 27 Nisan 2007 muhtırasına da gazeteci olarak tanık oldum. Nihayet, 15 Temmuz darbe girişimi.

»15 Temmuz darbe girişiminin arkasında nasıl bir yapı var?

Darbe girişiminin üzerinden bir hafta ancak geçti. Çok taze bir olay. Bu konuda yapılan soruşturma ve yargılama bitmeden kesin bir yargı belirtmek çok doğru değil. Çünkü bu gibi kaos dönemleri psikolojik savaş dönemleridir aynı zamanda. Medyaya servis edilen haber ve istihbaratın ne kadarı doğru, dikkatli olmak gerekir. Her şeye karşın açık kaynaklardan yola çıkarak bir analiz yapabilirim. Darbeciler adına TRT ekranında yayımlanan bildiri ile darbeciler üzerinde ele geçirildiği söylenen atama ve görevlendirme listesi bir fikir veriyor. Bildiri, Fethullah Gülen Cemaati ile Ergenekon ve Balyoz tasfiyelerine karşın ordu içinde hâlâ kalabilmiş bazı Kemalist unsurların ortak söylemini akla getiriyor. Atama ve görevlendirme listesi de bu koalisyonu işaret ediyor.

»Zamanlamasını nasıl değerlendiryorsunuz?

Yine açık kaynaklara düşen haber ve yorumlara bakarak yanıt verebilirim. Buna göre, hükümet ve ordunun şu anki komuta kademesi, böyle bir cuntanın varlığından haberdar ve cuntayı tasfiye etmeyi kararlaştırdılar. Tasfiye esas olarak Ağustos ayı başında toplanacak YAŞ’da yapılacaktı. Sert bir tasfiye olmaması, albay rütbesindeki personelin kendi istekleriyle emekli olmaları için, emekli ikramiyesinin fazlasıyla ödenmesine ilişkin mevzuat değişikliği bile yapılmıştı. Ama ilgili personel emeklilik dilekçesi vermedi. Derken, İzmir merkezli askeri casusluk kumpas davasını soruşturan savcı, cumartesi sabahı başlamak üzere geniş kapsamlı bir gözaltı operasyonu planladı. Bunun üzerine cunta, cuma akşamı harekete geçti ama başaramadı.

Karşı darbeyi yaşıyoruz

»Cunta başaramadı. Peki bundan sonra ne olacak? Türkiye’yi nasıl bir gelecek bekliyor?

Darbe süreçlerinin temel kuralıdır. Başarılamayan darbe karşı darbeye dönüşür. Şu an karşı darbeyi yaşıyor Türkiye. Darbe girişiminin bastırılmasına karşın, bütün ülkede olağanüstü hal ilan edildi. Yürürlüğe sokulan ilk kararname, ülkenin kanun hükmünde kararname adı altında fermanlarla yönetileceğini gösteriyor. Yani hiçbir hukuki güvencenin olmayacağı bir fermanlar ve keyfi yönetim dönemi. Darbe girişimi bahane edilerek, Türk Silahlı Kuvvetleri’nde, poliste, yargıda, bürokraside, üniversitelerde, hatta medyada on binlerce kişi tasfiye ediliyor, binlerce kişi tutuklanıyor. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 358 general ve amiralinden 126’sı tutuklandı. Tasfiyenin giderek, emek barış demokrasi ve sosyalizm güçlerini kapsayacağı kuşkusuzdur. Nitekim kapsıyor da.

İhraç malı ordu istendi

»Generallerin 3’te 1’i tutuklanndı. Binlerce tutuklu var. On binlerce kişi de tasfiye ediliyor. Hepsinin cemaatçi-cuntacı olduğu elbette tartışılır. Ama buna rağmen yaygın bir örgütlenme olduğu kesin. Nasıl oldu da böyle bir güç kazanabildi?

İlk akla, Kasım 2013 tarihinde dönemin Başbakanı Erdoğan’ın, bir yurt dışı gezisi dönüşünde gazetecilerin sorusu üzerine “Cemaatteki kardeşlerimiz bizden ne istediler de yapmadık” sitemi geliyor. AKP ve Erdoğan, 2002’den 2013’e kadar ülkeyi Cemaat ile birlikte yönettiler. Devlet içindeki, daha doğrusu TSK ve yargıdaki Atatürkçü-Kemalist yapıyı tasfiye etmek için birbirlerine yaslandılar. Liberallerin desteğiyle bunu askeri vesayeti sona erdirme olarak propaganda ettiler. Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk vs. operasyonlarını birlikte planlayıp gerçekleştirdiler. Bu operasyonlar elbette NATO’nun desteğiyle başarıldı. NATO’nun soğuk savaş artığı kadrolara ihtiyacı kalmamıştı. Türk ordusuna biçilen yeni rol, “ihraç malı ordu” rolüydü. Atatürkçü-Kemalist kadrolar bu yeni role uyum sağlayamıyorlardı. Sonuçta, “kumpas” oldukları sonradan itiraf edilen davalarla Atatürkçü Kemalist kadrolar tasfiye edildi, cemaatçi cuntanın önü açıldı.

»Türk Silahlı Kuvvetleri, öteden beri laikliğin, modern hayat tarzının güvencesi olarak biliniyor. Peki nasıl oldu da böyle bir yapı darbeye cüret edebilecek derecede güçlendi?

Şu hususu vurgulamam şart. TSK ne denli izole bir hayat sürmeye koşullanırsa koşullansın, toplumdan kopuk bir hayat sürmez. Kışla sınırları dışında yaşanan her şey, kışla içinde karşılığını bulur. 1970’li yıllar Türkiye’de sosyalist aydınlanma yıllarıydı, kışla içinde karşılığını buldu. Mensubu olduğum Harbiye 1978 devresi, TSK literatüründe “Kızıl Devre” olarak bilinir. Yani, demokratların, Kemalistlerin, komünistlerin, özellikle de komünistlerin çoğunluk oldukları devre. 1980 darbesinden sonra Türkiye çok daha belirgin olarak Türk-İslam sentezi yörüngesine girdi. Türkiye’de sermaye birikiminin pusulası öyle gösteriyordu. Aradan geçen 35 yılda Türkiye, tarihinde hiç olmadığı kadar İslamileşti. Öyle ki, Türkiye 14 yıldır siyasal İslamcı parti ve lideri tarafından yönetiliyor. Bu iktidar süresi, bir partinin devletleşmesi için yeterli bir süredir. Ve elbette devletin tüm kurumlarında, TSK’de de karşılığını bulur. Ayrıksı olan nokta, daha doğrusu iktidar partisinin dışında özel olarak İslamcı Cemaat’in güç kazanması. Bu da galiba, Cemaat’in becerisiyle ilgili.

Biz ilhamımızı din tacirlerinden almadık

»Nasıl bir beceri ve başarı?

1986’dan başlayarak, askeri okullara sızmayı başarmış, Polis Koleji ve Polis Akademisi’ne sızmayı başardığı gibi. Yani şimdi 15 Temmuz gerekçesiyle generalleri ve üst rütbeli subayları tasfiye etseniz bile, geride teğmen üsteğmen yüzbaşı binbaşı rütbelerinde kocaman bir kitle duruyor. Üstelik askeri okulların neredeyse tamamen Cemaat denetiminde olduğundan, dolayısıyla birkaç yıl süreyle hiç mezun vermemek üzere tasfiye edilmesi gerektiğinden söz ediliyor. Öyle ki, Türkiye’nin darbeler tarihinde Harbiye kritik roller üstlenmiştir. 15 Temmuz’da ise Kuleli Askeri Lisesi öğrencilerine görev verilmiş. Düşünsenize 14, 15, 16 yaşında çocuklar. İçim yandı gerçekten. Biz de o okullarda okuduk. Biz de yoksul ailelerden geldik. Bizim de ergenlik gençlik bunalımlarımız oldu. O yıllarda da İslamcı kanaat önderleri vardı. Ama bizim devreden o dinci kanaat tacirlerine meyledenlerin sayısı bir elin beş parmağını bile bulmadı. Bizler ilhamımızı, sırasıyla Mustafa Kemal’den, sonra Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya, Marks ve Engels’ten aldık.

»Bu süreçten demokrat ve ilericilerin payına ne düşer?

Şu kadarla yetineyim. Katliam yapacak derecede gözü dönmüş cuntanın darbeye cüret edebildiği toplumsal siyasi ortamın oluşmasında ülkeyi on dört yıldır tek başına yöneten AK/Saray iktidarı birinci derecede sorumludur. Devlet içindeki siyasal İslamcı hizipler arası ‘iç savaş’ AK/Saray rejiminin ülkeyi sürüklediği karanlığın ürünüdür. Bir sosyalist komünist olarak, bu karanlık ortamda sosyalist hareketler arasındaki kopukluğa, esasa ilişkin olmayan konulardaki görüş ayrılıkları üzerinde tepinmeye itirazım var. Kültürler ve halklar coğrafyası ülkemizin gerçekten demokratikleşmesi ve barışa kavuşması için bu dönemde birbirimizi kucaklamayacağız da ne zaman kucaklaşacağız?

Rahmi YILDIRIM

Serbest gazeteci, emekli asker. 1957 yılında doğdu. 1978 yılında Kara Harp Okulu’ndan jandarma subayı olarak mezun oldu. 1982 yılında Şanlıurfa’nın Suruç ilçesinde sınır koruma görevindeyken, “yasa dışı görüşleri benimsediği” gerekçesiyle, Devlet Başkanı Kenan Evren’in imzaladığı kararnameyle ordudan çıkartılarak tutuklandı. 1982–1985 yıllarında tutuklu kaldı. Sıkıyönetim mahkemesindeki yargılamada beraat etti. Tahliye edildikten sonra 1986 yılında ANKA Ajansı’nda gazeteciliğe başladı. Sol görüşlü oldukları için Türk Silahlı Kuvvetleri’nden çıkartılan askerlerin haklarını elde etmek için 1992 yılında Eylül Emeklileri Derneği’nin, 2011 yılında Askeri Darbelerin Asker Muhalifleri Derneği ADAM-DER’in kurucu başkanlığını üstlendi. Yayımlanmış kitapları: Sermayenin Paşaları (2009) Dördüncü Ordu Medya(2010) Devşirmeler Dönekler / Türk Medyasından Portreler (2010) Kışlada Soykırım (2012)