Rüzgâr kitap okur mu? Pencere açık, rüzgâr sehpanın üstündeki kitabın sayfalarını tek tek açıyor. Rüzgâr kitap okumaz, sadece...

Rüzgâr kitap okur mu? Pencere açık, rüzgâr sehpanın üstündeki kitabın sayfalarını tek tek açıyor. Rüzgâr kitap okumaz, sadece sayfalarını çevirir. ?imdi de “yalan rüzgârı” misali bir “cemaat rüzgârı” estiriliyor. Demokrasi kitabının sayfalarını tek tek açıyor. Kitabı karıştırıyor. Kimileri diyor ki, cemaat demokrasiyi öğreniyor, yani belliyor.
Yahu Türkiye’ye demokrasi cemaat sayesinde mi geliyor? Tövbe estağfurullah! Her neyse… Hadise o kadar da karışık değil.
Birinci olgu: Ayrıntılar, yani sosyolojik, tarihsel, siyasal çözümlemeler ve hatta laiklik ve İslamcılık bir yana; Türkiye’deki siyasal rejimin asli öğelerinden birisi Askeriye olageldi. Başlangıçta kurtuluş savaşı vermiş bu kuruma emperyalizme karşı bir güvence, sonraki yıllarda yani NATO’ya üyelikle birlikte ise bunun zıddı işlevler yüklenildi. Soğuk Savaş döneminde ordunun siyasete müdahaleleri, darbeleri, kurumsal faşizmin bir tezahürü olarak kaydedildi; ayrıca OYAK gibi tekeller de ordunun ekonomik egemenlerle ittifakının bir simgesi olarak kabul edildi. Soğuk Savaş sonrasında “küreselleşme” denilen süreçteki yeni iç ve dış dengelerde ordu bünyesinde Avrasyacılar ve Batıcılar diye iki kanadın ortaya çıktığından söz edildi. Liberal terminoloji işte bu süreci “askeri vesayet” kavramıyla özetliyor, bu kavrama hapsediyor.
İkinci olgu: Ayrıntılar, yani sosyolojik, tarihsel, siyasal çözümlemeler ve hatta laiklik ve İslamcılık bir yana; Cemaatçilik, “siyasal sistemin” 86 yıl önce bünyesi dışına attığını sandığı, ama bu konuda epey yanıldığı bir “parçası”dır. Çünkü “toplumsal sistem”, organik bünyesinde bunu muhafaza etmekte ve çoğaltarak yeniden üretmekteydi. Soğuk Savaş yıllarında, Askeriyenin komünizme karşı NATO’ya intibakına paralel şekilde, toplumun da komünizme karşı seferber edilmesi kaygısıyla, özellikle Demokrat Parti döneminde cemaat müfrezeleri de birer birer sahneye çıkarılmaya başlanmıştı. Bu oluşumlar, satranç tahtasındaki basit piyonlar olmanın ötesinde, kendi görece özerklikleriyle inisiyatif geliştirdiler. Örnek, 1970’lerde Gülen cemaatinin adım adım mevzi kazanma rotasıydı. İşte bu “Örnek”, süreç içinde bir “Örüntü” (pattern) niteliğini de kazandı. Çünkü sistemin (bütünün) hem bir parçası hem de ondan özerk olması sayesinde, bu cemaat, bütünün parçaya dönüştürülmesi, yani parçanın bütüne tümüyle nüfuz etmesi doğrultusunda hakikaten “tevekkül” içinde ilerlemekteydi. Sabreden dervişler muratlarına erecekti!
İşte bu olgular ışığında:
Cemaat artık müesses nizamın, bürokrasinin bir parçasıdır, ama ondan görece özerktir. Cemaat AKP’nin de bir parçasıdır, ama ondan da görece özerktir.
?imdi gelelim hayati soruya: Cemaat ABD politikalarının da bir parçasıdır, peki ondan da görece özerk midir? Pensilvanya’daki çiftlik kapısında Amerikan bayrağı dalgalandığı ve cemaatin uluslararası sermayeyle ortaklığı bozulmadığı sürece, bu soruya verilecek makul cevap elbette “Asla” şeklindedir.
(Ama Usame bin Ladin’in de vakti zamanında bir elinde yeşil tevhid bayrağı diğer elinde yıldız ve şeritli Amerikan bayrağı komünizme karşı mücahitlik yaptığı unutulmalı! Ayrıca buraya kadar yazdıklarıma bakıp cemaatin gücünü abarttığım dahi söylenebilir. Çünkü ABD bölgedeki orta vadeli çıkarları gereği, en azından Irak’tan geri çekilmekteyken,  orduya şimdiki haliyle de müthiş ihtiyaç duyacaktır. Ayrıca, Kürt meselesinde cemaatin beklenen performansı gösterememiş olması, ABD’nin cemaat gücünü bir süreliğine geri çekmesine de yol açabilir. Elbette bunları da göz önünde tutuyorum ve burada şimdilik bir “vaka analizi” yapmaya çalışıyorum.)
Eldeki olguların ürettiği (belgeler değil!) bulgular şöyledir: Cemaat sayesinde “rejimin teminatı” payesi askerden alınıp polise verilmek isteniyor. Yetmiyor, polis teşkilatının cemaat elinde olduğu iddiaları tekrarlandıkça, bu iddiaları cemaat de gri propaganda olarak, bir nevi güç gösterisi olarak kendi hanesine yazıyor. (Yahu, bu arada, madem demokrasinin ölçütlerinden biri sivilliktir, demek ki asıl “sivil polisler” böyle bir payeyi hak ediyor!)
Ve askeri yargı karşısında illallah demiş olan bizim gibilerin de bu gelişmeler karşısında nutkunun tutulmuş olması beklentisiyle, tuzak soru pattadanak soruluyor: Kardeşim, asker hâkimin yerini sivil hâkimin alması kötü mü oldu?
Cevabımız elbette belli: İyi oldu…
Amma… Cevabımız bununla bitmiyor ki. Askerin boşluğunu cemaat güçlerinin doldurması “demokratik devrim” değildir muhteremler! Asıl siz şu soruya cevap verin: Peki siz askeri vesayet rejiminden çıkıp cemaat vesayetinde bir rejime geçmeyi mi desteklemektesiniz? Kaş yaparken göz çıkarmanın adına “demokratikleşme” mi demektesiniz?
Tablo işte böyle… Bu tabloyu göremeyenler için BirGün yazarı Özgür Mumcu kardeşim, geçen hafta benim şurada yazdıklarımdan çok daha yetkin bir şekilde cemaatin (iç organlarını dahi gösteren) röntgenini çekti. Önce Fethullah Gülen’den şu alıntıyı yaptı: “Bugün birileri şu ya da bu sebeple kışladan, kışla düşüncesinden kaçıyorsa söz konusu millî kabulün ve milli şuurun farkında değiller. Genlerinin yani militarist bir geçmişten geldiklerinin farkında değiller.”  Ardından da asıl söylemesi gerekeni iki kelimeyle söyleyiverdi:
“Fethullah Paşa!” Daha ne desindi?
Hâsılı kelam, 1970’lerde atılan tohumlar şimdi “cemaat sarmaşığı” oldu. Eğitimden sağlığa (okulları ve hastaneleriyle), adaletten, güvenlikten spora ve medyaya (hukukçuları ve emniyetçileri ve takımlarıyla, taklavatlarıyla, gazete ve televizyonlarıyla) dört bir yanı sardılar. Çünkü bu “muhteremler” siyasi rejimle (darbeler dâhil siyaset tarzlarının her biçimiyle) ve ekonomik düzenle (vahşi kapitalizmle, tekellerle, sömürüyle) “simbiyosis” halinde asalak bir ilişki kurmayı fevkalade becerdiler.
Her daim, reelpolitikanın gerektirdiği “durum tespiti” yapabilen ve taşları yeniden dizebilen bir eyyamcılığı benimsediler: Her gün her yerde siyaset marifeti! Cemaatçiliklerini, gündelik (somut) sorunları tespit etmekle yetinmeyip derhal çözüm üretiyormuş gibi davranma ve bu çözümleri anında hayata geçiriyormuş gibi görünme fırsatçılığına dönüştürdüler. Bir yanıyla partiler üstü ilişkiyi ve bir yanıyla tam da bu siyaset tarzı sayesinde parlamentoya girebilme imkânını da el altında tuttular. (Gün geldi Ecevit’in DSP’ne dahi destek verdiler, yalan mı?) Nihayet, müesses nizamın, devletin, büyük sermayenin, siyasetin ve ekonominin her köşesine sızdılar, nüfuz ettiler. Büyüttükleri sarmaşığın kökleri dinsel zeminlere dayanıyordu, ama sadece buna değil; cemaat, siyasal nüfuzlarını ve sermaye birikimlerini her aracı mubah görerek artırması kaydıyla, hayatın akışına göre farklı doğrultularda geliştiren imkânlara sahipti. Cemaatin takiyyeci muhafazakârlığı toplumun çoğunluğu kuşatarak, esir alarak gelişmekteydi.
İşin korkutucu yanı… Bu sarmaşık bugünkü haline gelmek için 40 yıl beklemişti… ?imdi üstüne gidilirse, iki adım geri çekilir ve yine beklemesini bilir…
Peki “bu süreç” size bir şey hatırlatıyor mu? Bana “halk sarmaşığını” hatırlatıyor! Aralık 2006 tarihinde “halk sarmaşığı” dediğimiz bir siyaset tarzı üzerine yazmıştım. Düpedüz gündelik dilden durum tespiti yapan bir tarz. Her gün her yerde siyaset tarzı: Gündelik (somut) sorunları çözümlemekle yetinmeyip derhal çözüm üretme ve bu çözümleri anında hayata geçirme tarzı. Bir yanıyla parlamento dışı muhalefet ve bir yanıyla tam da bu tür muhalefet tarzı sayesinde parlamentoya girebilme imkânını da elde tutmak. Peki biz bu yola koyulurken ne demiştik? Sarmaşık, “köklerini emek zeminlerine dayayan ama önceden belirlenmiş kuru bir şemaya değil, hayatın akışına göre farklı doğrultularda ve eşitsiz olarak gelişecek olan dinamiğe gönderme yapar” demiştik; toplumun tümünü kucaklayarak gelişecek, bir uçtan zedelense öbür uçtan boy verme kabiliyetine sahip bir siyaset yapma tarzı için kendimize söz vermiştik.
?imdi cemaatçiliğin “önlenemez yükselişi” karşısında ah vah etmek yerine sıradan ve sahici insanları sarıp sarmalamak, onlarla birlikte sarmaşık olmak lazım değil mi?
Ya da yazının başlığını yeniden yazmak: Askeri vesayet rejimi yerine Cemaat vesayeti rejimi…
İyi mi?