Ece Ayhan-Cemal Süreya buluşmaları ve konuşmaları 1986-87 yıllarında başladı. Ece Ayhan İstanbul’a uzunca bir süreliğine yerleştikten sonra… Ece Ayhan, Cemal Süreya’yı, “Sivil Şiir”in usta, ilginç ve cins şairi” olarak över

Cemal Süreya için 5 kırlangıç daha…

1. Bir “Hınzır Derviş”:
Enver Ercan “Giderek şiirlerinizde bir derviş söylemi egemen olmaya başladı. Hoşgörüden de öte bir yerlerdesiniz.” der söyleşide (Güneş Gazetesi, 9 Mayıs 1988). Cemal Süreya sevinir buna ve saklamaz: “Doğruysa bu, sevinirim. Yaşımız kaça geldi, ondan mı acaba? Ama hem ‘hınzır’ diyorsun, hem de öyle diyorsun. Şairlik dervişlik değil mi zaten? Sevindirdin yine beni.”

Cemal Süreya gibi düşünüldüğünde her şairde biraz dervişlik bulunur. Belki de şiirin doğasında vardır dervişmeşreplik. Ama Enver Ercan’ın dediği ve Cemal Süreya’nın da yinelediği ‘hınzırlık’ da vardır onda, sanki derviş ve hınzır hem kişiliğinde hem şiirinde birleşmiş, buluşmuştur.

Enver Ercan bunu, Cemal Süreya’nın son şiir kitapları olan Sıcak Nal ve Güz Bitigi için söylüyordu. 1988 sonu ve 1989 başı yayımlanan iki kitap onun hınzırlığı ve dervişliğinin buluşma yerleridir. “Hınzır derviş”in hem saklandığı hem de alabildiğine açığa çıktığı yerlerde gezinir iki kitap da.

Hınzır Derviş: Ne de olsa bir kadını “İmam Hüseyin gözlü” diyerek sevmiş, övmüş bir şairdir o.

2. “Buluşturucu” bir şair:
Ece Ayhan-Cemal Süreya buluşmaları ve konuşmaları 1986-87 yıllarında başladı. Ece Ayhan İstanbul’a uzunca bir süreliğine yerleştikten sonra… Bir konuşmasında, Ece Ayhan’la aynı üniversite çıkışlı olmalarına karşın, kadim adıyla Mülkiye ya da şimdiki adıyla SBF, ilk yemeği yaklaşık 25 yıl sonra yadiklerini söyler. Ece Ayhan, Cemal Süreya’yı, “Sivil Şiir”in usta, ilginç ve cins şairi” olarak över. Cemal Süreya’nın 9 Ocak 1990’daki ölümünün ardından yayımladığı “Cemal Süreya’yla Çırılçıplak, Başıbozuk Ama Uygarca” söyleşide, Cemal Süreya şiirini bir ara nasıl özetlediğini anlatır: “Güneşten yırtılmış caz, kavaldan dökülen gökyüzü”.

Yine Enver Ercan’la “Düşün” dergisi için Ocak 1986’da yaptığı bir söyleşide, Enver’in “Şiirimize bir noktada özgül bir katkınız olduğu konusunda da mutlaka bir izleniminiz vardır” demesine karşılık, aynı imgeyi yineler: “Tam değil ama, caz sesi gibi bir şey. Bunu daha yayımlamadığım bir şiirimde de söylemişimdir. Ama başka bir şey için söylemişim: Güneşten yırtılmış caz sesi ve kavaldan akan gökyüzü…Şiirimi buna benzetebilirim.”

Bu dizeler sonra Sıcak Nal(1988) kitabındaki “Yaz Sonu” şiirinde yerlerini alacaktır: “Kavaldan akan gökyüzü, sen: sen, düşten geçilmez bahçe,” ve “Sen yaz sonunu ilan eden güzel keten,/Güneşten yırtılmış caz, sen!” biçiminde.
Aşırı yorum sayılabilir ama yine de söylemek isterim:Güneş, gökyüzü, kaval, caz… Cemal Süreya şiirinin ‘denge’sini ya da onun yaklaştırma, yakınlaştırma arzusunu ve çabasını gösterir. Kavalla cazı buluşturmak gibi. Elbette kendi şiirini açıklama, tanımlama konusundaki bu sözleri, sonradan şiirinde de kullandığı için, bir bakıma hem şiir hem de şairlik anlayışının özeti de sayılır. Şiirde “bölücü” bir aşktan söz eder etmesine de, şair olarak hep “buluşturucu” olmuştur.

3. Jestin fiyakası:
Yakın, çok yakın arkadaşı, “Edebiyatımızın Mareşalı” dediği öykücü ve romance Muzaffer Buyrukçu için şahane bir tanımı vardır Cemal Süreya’nın, bulamadım, “alçakgönüllü megaloman” gibi bir şeydi tabii, bu basitlik ve sıradanlıkla değil, zekice yazılmış bir cümlelik bir tanımdı.

Niye andım? Jest de bir fiyaka biçimidir ve değilmiş gibi görünse de hem şiiri hem yazısı, hem ifadesi de jestin tüm fiyakasını taşır. Şiirindeki jesti bir tek Sezai Karakoç’un gördüğünü yazmıştı. 667. Gün’de de “Jest sözcüğü. Mertlik sözcüğü. Bunlar arasında da bağlantı var. İkisinin de olumsuzu olamaz. Cesareti “güçlükler karşısında zarafet” diye tanımlayanlar olmuş.” 668. Gün’de ise bunu bir tür kahramanlığa taşıyor: “Sanırım jestte düşmanı bile dost gibi selamlama anlamı var. Beklenebilir selam; kimi zaman zorunlu selam; kimi zaman da beklenmedik selam(asıl o!). Barış, esenleme, ölümlülüğü bir an için gözardı etme…Kahramanın barışçıl bakışı.”

Dediği gibi, asıl olarak ‘beklenmedik selam’, şiiri de böyle jestlerşe dolu değil midir? Baştan sona. “Göçebe” şiirinde Marilyn Monroe’yu anması gibi: “Marilyn Monroe öldü diyorum ona/Ölümü siyah bir kakül gibi alnına düşürmesini bildi”, öyleyse “cennette Nietzsche’nin metresi olması gerekir”. Jest de bunu gerektirir, hem illk dizeyi jest olarak hem de jestin jesti olarak ikinci dizeyi.

Bu jesti başkalarına da yapacaktır. “Bir yemeğe davet edecek olsanız hangi 13 ünlüyü seçerdiniz?” sorusunu şu adlarla yanıtlayacaktır: “Nefertiti(Mısır Kraliçesi), Hz. Ali, Nietzsche ve Marilyn Monroe(karı-koca), Evliya Çelebi, Şeyh Galip, Spartaküs, Apollinaire, Dostoyevski, Napolyon, İmrül Kays, Pir Sultan Abdal, Pir Karacakız.”

Özellikle son iki kitabı Sıcak Nal ve Güz Bitigi, “şiirim dolu jestle” denilebilecek kadar jestle doludur. Bu bana şaşırtıcı gelmiyor. Çünkü şiiri de bir tür ‘borç ödeme’ olarak gören bir şairin jesti de bol olacaktır, restiyse hemen hiç! Belki bu nedenle kimliğinden, kültüründen, inancından ötürü daha isyankar, daha muhalif olması beklenen bir şairin bu beklentiyi karşılamaması, karşılayamaması daha anlaşılabilir bir şeydir. Sanki jestin gölgesinde yazan, dinlenen ve yaşayan bir şairdir o.

4. “Üvercinka” devrimi:
Cemal Süreya şiiri üzerine çözümleyici eleştiriler yapan Özdemir İnce, uyarılarını eksik etmezken bu şiirin hakkını da, tıpkı Cemal Süreya’nın yaptığı gibi kavramlar geliştirerek verir. Tabula Rasa(1992) kitabında, Üvercinka’nın önemini şöyle belirtecektir: “Üvercinka yıkıcı olduğu kadar yapıcıdır, yol açıcıdır, eklemlidir(yani eklenmiş ve ekletmiştir). Cemal Süreya’nın kıyısız imgelemi gerçeküstüne kadar gelir. Sözdizimiyle pek dalaşmadı dilbilgisel açıdan, anlamın yapısıyla dalaştı. Şiirsel devrimi, yatay yapısının bütün göz kamaştırıcılığına karşın, orada değil, ama dikey yapıda gerçekleştirdi.”(agy. s.134-5)

5. “Bir süreliğine göçmen”:
Ali Özgür Özkarcı İki Ucu Keskin Bıçak(Cemal Süreya Üzerine)(Edebi Şeyler, Aralık 2017) kitabında, Dersim sürgünü olan şair için şöyle diyor: “Cemal Süreya için, aleni bir biçimde konuşmamak, unutmayı tercih etmek yasın başka bir biçimidir.” (agy, s.16) Katıldığım bir saptama. Biraz ilerde de, Cemal Süreya’nın 11 yaşındayken, ‘sürgün’ sözcüğünden nasıl allak bullak olduğunu, büyükannesine bunun anlamını sorunca, ‘menfi’ karşılığını aldığını ve büyükannenin ‘göçmeniz biz’ deyince rahatladığını okuruz: Ama bir süreliğine. Ger.i bu çok uzun bir süre olacaktır, neredeyse ömrünün son yıllarına dek. Alevi toplumunda, ister Dersim’le bağlantılı olsun ister olmasın ‘göçmenlik’ olgusu yaygındır. Ben de kitabın başka bölümlerinde de söz ettiğim üzere, bu konularda Cemal Süreya’yla çok konuşmak istememe rağmen, onun ustalıkla hep konuyu değiştirdiğini gördüm. Yalnız bu konudan değil, Alevilikle ilgili konuşmaktan da kaçıyordu. O nedenle “göçmenden sürgüne” bir ruh halinden söz etmek Cemal Süreya için pek olası değil. Sürgünlüğünü bilen bir göçmen olarak yaşamayı ve yazmayı seçti bana kalırsa. Yılmaz Varol’un da dediği gibi, Cemal Süreya “sürgünün kendisini bile romantik bir şeymiş gibi anlatır.” Ve en çok “tarih öncesi köpekler havlıyor”dur. Bir bakıma o da ‘kalanıyla yaşayan’lardan biri olmuştur.