Cesaret sözcüğü çok yinelendiğinde, daha fazla korkaklığı düşündürüyor bana nedense...

Cesaret sözcüğü çok yinelendiğinde, daha fazla korkaklığı düşündürüyor bana nedense.

Siyasi liderler pek seviyor bu kelimeyi. İki sözün arasında virgül gibi kullanıyorlar.

İktidar, şu ya da bu konuda uygulanacak politikanın cesaretle sürdürüleceğini söylüyor. Sorunlarla ve düşmanlarla cesurca savaşılması gerektiğini belirtiyor. Enflasyonla, hava kirliliğiyle, terörizmle, ahlaki çöküntüyle... hep cesaretle mücadele edilmesi yolunda çağrılar yapıyor.

Muhalefet boş durur mu? O da her konuda cesurluktan yana elbette. Üstüne bir de iktidara karşı cesaret gösterdiğini duyuruyor…

Cesaret çağrısı yapan kendiliğinden “cesur” sıfatını hak eder mi?

Çağrı yapılanlar korkak mıdır? Nedir bu her derdin devası cesaret?

Politik karşıtlarını yok etmeye çalışmak mı cesaret belirtisidir; yoksa onlarla bir arada, ama onlardan daha iyi olmaya çaba sarf etmek mi?

En çok başkalarıyla mücadele eden mi daha cesurdur, kendiyle mücadele eden mi?

Cesurluk, insanın verdiği sözden ve davasından asla dönmemesi midir; yoksa gelişmeyi ve değişmeyi başarabilmesi mi?

Darbe yaparak var olan düzeni deviren cesur değil midir? Ya darbeye karşı direnen?

Tüm sorunlara ve zorluklara karşın, sorumluluk duygusuyla iktidarda kalmak mı cesarettir; yoksa istifayı basmak mı?

Herkesten çok farklı giyinmek, davranmak, konuşmak ve düşünmek midir cesaret?

Cesaret, Türkiye gibi bir ülkede eşcinsel olup, bu özelliğini açıkça söyleyebilmek midir?

Tanrı tanımazlığını açıklamakta mı yatar cesaret; yoksa Tanrıdan başka hiçbir şeyden korkmayanların imanlarında mı?

Anlaşılması çok zor bir sanat yapıtı üreten mi cesur sayılmalıdır; yoksa onu anladığını düşünen mi?

Bambaşka bir kente, hatta ülkeye gidip orada yaşamaya karar vermek midir cesaret? Ya da, mesela, kırkından sonra bambaşka bir mesleğe soyunmak mı?

Yeni bir dostluk kurmaya girişmek, yüreğini yepyeni bir insana açmak cesurca bir davranış mıdır?

Cesaret, sevdiklerine karşı her tür özveriyi gösterebilmek midir?

Ya kendi yaşamını hakkıyla yaşamaya çalışmak? O da cesaret değil midir?

En zor anlarında bile kendinde gülecek gücü bulan insana mı cesur denmelidir; yoksa ağlamaktan utanmayana mı?

Karanlıktan korkmayan herkes cesur mudur? Riskin her türü cesaret belirtisi midir? Hırsızlar, katiller cesur kişiler midir?

Yaşamın tüm sinir bozuculuğuna karşın, ruh doktoruna gitmeden direnebilmekte midir cesaret; yoksa çekinmeden doktorun önüne çıkıp yardım isteyebilmekte mi?

Aileye, çocuklara, çevreye karşı duyulan sorumlulukla ve sabırla, içi çoktan küflenmiş bir evliliği her şeye karşın sürdürmek midir cesaret; yoksa kapıyı vurup gitmek mi?

Son mektubu yazmak mı cesarettir; yoksa onu açıp okumak mı?

Hayatın tüm çekilmezliğine karşın, var olma savaşına canla başla devam eden mi daha cesurdur; yoksa en değerli varlığından vazgeçmekten çekinmeden intiharı seçen mi?

***

Baba ve oğlu…

Ne yağmura aldırdı büyük lider, ne rüzgâra! “Bugün Belarus Günüdür,  bayram olacak” dedi ve yaptı. Herkesi meydana topladı. Görkemli bir tören için hiçbir masraftan da kaçınmadı. Ekonomik kriz varmış, halk iyice yoksullaşmış, kafaya takmadı.

Başkomutan giysilerini giydi ve tribüne çıktı. Yetmedi. İki yıldır hep yanında taşıdığı ve “bir gün kendisinin yerine geçeceğini” söylediği 6 yaşındaki oğlu Nikolay’ı da aynen kendisi gibi “başkomutanca” giydirdi ve yanına aldı.

17 yıllık lider Aleksandr Lukaşenko ve “belki 20-30 yıl sonra” onun yerine geçecek olan oğlu askerî birlikleri selamladılar.

Aynı saatlerde birçok önderi hapiste olan Belarus muhalefeti bir kez daha sokağa çıktı. 200’ü aşkını göz altına alındı yine. Hatta eski Devlet Başkanı Stanislav Şuşkiyeviç’in de onların arasında olduğu haberi geldi. (Bu, orası için şaşılacak bir şey değil, başkanlık seçimlerinde aday olanlardan biri çoktan cezaevinde.)

Lukaşenko birkaç gün önce ülkesinin elektriğini kesen Rusya’ya bir kez daha sert sitemler etti. Dış politikanın “artık çok yönlü ve çok merkezli” olduğunu söyleyerek kendisini “Avrupa’nın son diktatörü” ilan etmiş olan Batı’ya bir mavi boncuk uzatmaya çalıştı.

Dış ticaretin neredeyse 4 milyar dolar açık vermesinden bahsetmedi. Benzin ve enerji fiyatlardaki aşırı zamlara, yeni ihracat sınırlamalarına, halkın sıkıntılarına değinmedi. Ama ajitasyonu unutmadı ve “düşmana inat” halkı “günde 24, 30, hatta 50 saat çalışmaya” davet etti. Ve bir de umutlu mesaj verdi: “Bana öyle geliyor ki, ülkemizde petrol de doğalgaz da var; sadece daha ciddi aramamız gerek”…

Aynı gün Minsk yönetimi, Facebook, Twitter ve başta Rus sosyal ağı Vkontakte olmak üzere internet üzerine yeni erişim yasakları getirerek dünya gündemine girdi.

Törenlerin ardından baba-oğul (Aleksandr ve Nikolay) mutlu adımlarla evlerine döndü.

Belarus’ta bir gün böyle geçti.

***

Ne zaman yaşlanırız?

Cuma günkü yazıma ilişkin gelen mesajlar ve kutlamalar arasında birisi özellikle hoşuma gitti. Beni ihtiyarlık kompleksine girmekten korumak için gönderilen, internet üzerinden yaygınlaştırılan yazarı belirsiz bir yazıydı bu. Sizinle de paylaşmak istiyorum.

“Kristof Kolomb Amerika’yı keşfe çıktığı ilk yolculuğunda 50 yaşını çoktan aşmış durumdaydı.

Pasteur kuduz aşısını bulduğunda 60 yaşındaydı.

Mimar Sinan, Süleymaniye camisini bitirdiğinde 70 yaşını geçmişti. Selimiye camisini tamamladığında ise 86 olmuştu.

Galileo, ayın günlük ve aylık çizimlerini yaparken 73 yaşındaydı.

Charlie Chaplin, 76 yaşında film yönetmenliği yaparak hala işinin başındaydı.

Goethe, en büyük eseri Faust'u, ölümünden bir yıl önce, yani 82 yaşında bitirmişti.

Nobel ödüllü Alman doktor Albert Schweitzer 88 yaşına rağmen Afrika hastanelerinde durmaksızın çalışarak ameliyat yapıyordu.

Ressam Titian 99 yaşında hayata gözlerini yumdu. “Lepanto Savaşı” adlı ünlü tablosunu ölümünden bir yıl önce tamamladı.

Dört defa İngiltere başbakanı seçilen Gladstone, son kez göreve geldiğinde yaşı 83'du.

Gençlik hayatın belli bir çağı ile ilgili değildir.

İnsan, kendine olan güveni derecesinde genç, şüphesi derecesinde yaşlıdır.

Cesareti derecesinde genç, korkuları derecesinde yaşlıdır.

Ümitleri derecesinde genç, ümitsizliği derecesinde yaşlıdır.

Hiç kimse fazla yaşamış olmakla ihtiyarlamaz. İnsanları ihtiyarlatan, ideallerinin gömülmesidir. Seneler cildi buruşturabilir. Fakat heyecanların teslim edilmesi ruhu buruşturur. İnsanlar yaşadıkça yaşlandıklarını sanırlar, halbuki yaşamadıkça yaşlanırlar

İnsan ihtiyar olmaya karar verdiği gün ihtiyardır.

Güzelliği görme yeteneğini kaybetmeyen asla yaşlanmaz.

Yaşlanmak bir dağa tırmanmak gibidir. Çıktıkça yorgunluğunuz artar. Nefesiniz daralır ama görüş alanınız genişler.”