Sanılanın aksine dünyanın en inançlı insanları devrimciler arasından çıkmıştır. Başka türlü devrimci olunamaz zaten, inanmadan olmaz.

Akıldan, bilinçten kaynaklı bir inanma hali. İyi, doğru ve güzel olanı bilmenin getirdiği bir sorumluluk. Öz olarak bir ahlaki seçim yapma cesaretini göstermekle mümkün olabilen bir sıçrama. Kadere inanma değil tam da tersine insanın kendi kaderinin efendisi olması gerektiğini anlamayla gelen bir aydınlanma.

Şairin yeter ki kararmasın demesi, bundandır. Koşullar ne olursa olsun, haklı ve doğru olduğunu bilmenin verdiği sorumluluğu alabilmek için inanma. İnanmadan olmuyor.

Seksenler boyunca Türkiye’yi de sarıp sarmalayan neoliberal iklim en çok bu inancı köreltti galiba. Yenilgi ruhundan öte bir durumdan söz ediyorum. Asıl mesele mücadelenin yenme/yenilme ikiliğine indirgenmiş olması. Kazanmayı zaman değişkenine bağlama. Görmediğim, göremeyeceğim zafer benim zaferim değildir, ilkesinin yerleşmesi.

Esnek üretim, güvencesizlik, bitmeyen göçebelik hali, zamanın, mekânın ve ilişkilerin geçicileşmesi ve daha bir dizi alt yapı değişimlerinin rolü var elbet ve bunlar uzun uzadıya çözümlenebilir de. Derdim bu değil ama. Artık birey, kendi tatmayacağı lezzet için uğraşmayı anlamsız buluyor.

Doyum, eylemden sonuca kaymış durumda. Yap“ıyor” olmak değil, yap“mış” olmak haz veriyor. Gündelik hayatın her tür pratiğine bu hal sinmiş durumda. Örneğin, pazar günü parka yürüyüşe giden biri yaprakları sararmış çok güzel bir ağaç gördüğünde, karşısındaki banka oturup, uzun uzun ağacı seyretmiyor. Fotoğrafını çekip, sosyal medyada paylaşıp, “geçip gidiyor.” O güzel ağacı gör“müş” oluyor. Bazıları kendisini de görüntüye alarak çekimi tamamlıyor. Onlar ancak -mış kipine dâhil olarak var olabilenler. Derdim bu da değil.

Seksen öncesinin bizim çocukları, kendi dönemlerinin en çalışkan, en akıllı, en disiplinli en inançlı insanlarıydı. Lisede en çalışkanlar arasından çıkardı devrimciler, üniversitelerin en parlak öğrencileri sol grupların içine dâhil olurlardı. Üniversitelerde düzenlenen forumlarda devrimciler bileklerinden önce bilgileriyle kazanırlardı tartışmaları. Alanlarının en iyi hocaları devrimci hocalardı. Fabrikalarda en akıllı, üretim sürecine en vakıf olanlar sol sendikalara üye olurlar, madenlerde kötü çalışma koşullarına en çok itiraz edenler, işçi haklarını en iyi bilenler arasından çıkardı.

Devrimcilik, öncelikle itiraz edebilmekle başlıyor. Kader diye yutturulmak istenene hayır diyebilmek yani. O yüzden kendi kaderinin efendisi olabilmek deniyor. Kendi kaderinin efendisi olduğunu fark etmenin sorumluluğunu yüklenmek gerekiyor. İnanmayı dinsel olanın istismarından kurtarmak devrimcinin ödevi.

Nasıl devrimci olunur kılavuzu, yönergesi meselesi de değil bu; ama başarmaya değil devrimci olmaya inanmanın daha önemli olduğunu da bilmemiz gerekiyor. Olası bir gelecekte, muhtemel bir başarı sonrasında yaşanmaya başlanacak bir hayatı, o günlere kadar ertelemek değil, bu günden başlayarak geleceği örmek.

En güzel, iyi, hakikat haberciliğini BirGün’ün yapması için çabalamak gibi. BirGün’ün internet sitesinde çıkan bir haberin diğer sitelerce kapış kapış kapışılmasının sağlanması gibi. En çarpıcı broşürü bizim çocukların hazırlaması, en yaratıcı sloganı bizimkilerin haykırması gibi. Tarih dersinde zırvalayan gerici öğretmeni, gerçeklerle susturan devrimci öğrencinin aynı zamanda matematik dersinde de sınıfın en iyisi olabilmesi, gibi. Hopa çayının gerçekten çok lezzetli olması ve Ovacık nohutunun değil Türkiye’nin dünyanın en kaliteli nohutu olması gibi. Yılmaz Güney’in filmleri gibi film çekebilmek, Kuzgun Acar gibi heykel yontabilmek, İbrahim Demirel gibi fotoğraf çekebilmek gibi.


Cevahir kararırsa, inancını yitirenlerin edilgenliğine kapılıp çürüme riski beliriyor. Eski, köhne devlet dairelerinin emekliliğini bekleyen memur odaları gibi olmamalı devrimcilerin mekanları. Devrimcilik, sadece bir vicdan hareketinden, hayattan, işten güçten arta kalan zamanlarda “eda edilen” bir sosyal sorumluluk etkinliğinden, öte bir şey. Değil mi?
(Walter Benjamin’e selam olsun)