Uzun zamandır Beyoğlu’na çıkmamıştım. Taksimden tünele doğru yürürken eski günler geldi aklıma. İstiklal Caddesi, iki tarafı da ağaçlıklı, taşıt trafiğine açık, sinemaların, tiyatroların, ufak da olsa konser mekânlarının merkeziydi. Yeşilçam’ın da bu bölgede olması nedeniyle beyazperdeden tanıdığımız birçok ünlüyle bu caddede karşılaşmamız sıradan bir olaydı.

İnci Profetirol ve Markiz Pastanesi özellikle İstanbul dışından gelen misafirlerin çok rağbet ettikleri yerlerdi. Yazımın başında da düşünmeden yazdığım gibi Beyoğlu için gitmek değil çıkmak fiili kullanılırdı. Önemliydi yani Beyoğlu. Her zaman kalabalık cıvıl cıvıldı. İnsanlar ekonomik durumlarına göre en şık kıyafetleriyle gelirdi Beyoğlu’na… Geçtiğimiz akşam benim de aralarında olmaktan gurur duyduğum BirGün Gazetesi’nin -ailesinin- yemeği için Beyoğlu’nda yürürken, değişen profil düşündürdü bana bunları. Pandemi yüzünden gazetede çalışan arkadaşlarımla telefon dışında bir iletişimim olmamıştı. Bu yemek sayesinde hepsiyle yüz yüze tanışma ve sohbet etme şansı buldum. Hepsi birbirinden değerli basın emekçilerine çok değerli ve tecrübeli bir yönetim kadrosu önderlik ediyor. Ama hiyerarşik bir durum söz konusu değil ve bu alanın ustaları genç gazetecilerin önünü açabilmek konusunda ısrarlı ve yeniliklere açık. Bu çok mutlu etti beni. Zira ben de müzik alanında bunu yapmaya çalışıyorum. Oturduğum masada birbirinden değerli insanlarla sohbet etme olanağı buldum. Birçoğu beni müzisyen kimliğimle tanıdığı için bu yazı yazma serüvenimi merak ettiler.

Aslında yeni bir şey değil. Ben 1976 yılından beri günlük tutuyorum.1981-82 yıllarında Ses ve Hayat dergilerinde hem foto muhabirliği hem de söyleşiler, röportajlar yaptım, müzik sayfası hazırladım. Ardından 90’lı yıllarda da Nokta Dergisi ve Güneş Gazetesi’nde de haftalık yazılar yazdım. Sanıyorum müzisyenlik gibi bu yazma tutkusu da kendimi anlatma derdinden kaynaklanıyor. Zira zaman zaman bir şarkı sözüyle anlatmakta yetersiz kaldığım düşünceleri kâğıda dökerek ifade edebiliyorum.

ŞARKI YAPMAK ŞARKI YAZMAK OLDU

Köyden kente göçün olumsuz etkisi sonucu oluşan arabesk ve fantezi müziğe karşı büyük şehir insanının sorunlarını, duygularını anlatmaya çalışan, para kazanmaktan çok kafasındaki müziği yapmak isteyen müzisyenler “kent ozanları” olarak çıktı karşımıza. Bunların tamamı kendi söz ve müziklerini yazan enstrüman olarak da genellikle gitarı tercih eden söz yazarı ve besteciler. Belki hatırlarsınız bundan 30 sene öncesine kadar şarkı yazmak yerine şarkı yapmak tanımını kullanıyorduk. Ne zaman ki şarkı sözlerimiz zaman zaman müziklerimizin önüne geçti batıda kullanılan “song writer” sözü bizde de şarkı yazarı olarak hayata geçti.

2016 yılında Bob Dylan’a “Nobel Edebiyat Ödülü” verildiği zaman birçok insan bunu şaşkınlıkla karşıladı ama 70’e yakın albüme imza atmış 11 Grammy ödüllü bu efsane müzisyenin şarkı sözlerine baktığımız zaman bu sözlerin edebi bir değer taşımadığını kim iddia edebilir? İzninizle bu savımı güçlendirebilmek için Bob Dylan’ın “Blow İn The Wind” şarkısını Vural Şerifoğlu çevirisiyle okuyalım…

Beyaz kuş kaç deniz aşmalı ki/Ona martı desinler/İnsan ne kadar yol almalı ki/Onu insan bilsinler/Kaç yıl geçmeli ki yeryüzünde/Siyah beyaz insanı sevsinler,

Cevaplar dostum rüzgarda yazılı/Cevaplar rüzgarda yazılı/Gökyüzüne kaç yıl bakmalı ki?/Sonuna kadar görmek için/İnsanlara kaç kulak gerekli/Ağlayanları duymak için/Daha kaç savaş görmemiz lazım/Barış dolu bir dünya için,

Cevaplar dostum rüzgârda yazılı/Cevaplar rüzgarda yazılı