Politik sinemanın en yaratıcı, en açık sözlü yönetmenlerinden Peter Watkins’in, belgesel kamerasının olanaklarını kullanarak hikâyelerinin gerçeklik duygusunu artırmaya yönelik bir estetik tavrı vardı. 1966 tarihli The War Game/Savaş Oyunu’nda, atom bombası atılmış bir İngiltere’nin korkunç halini anlatırken sanki haber ve eğitim filmlerinden derlenmiş görüntüler izlediğimiz yanılsaması yaratıyordu. 1967’de yaptığı Privilege (Ayrıcalık), iktidarın ‘halkın gazı’nı almakta ve ideolojik manipülasyonlarda kullandığı Steven Shorter adlı bir şarkıcı hakkında bir sahte-belgeseldi (pseudo-documentary). Watkins bu yöntemle, seyircinin kendisine anlatılan hikâyeyi daha farklı bir bilinçle izlemesini amaçlıyor, anlatılanın sadece bir hikâye değil kendi gerçekliğimiz olduğu anlaşılsın istiyordu.

İnsan ve doğa düşmanı sağcı iktidarların insanları susturmak için neler yapabileceğini anlatan Punishment Park/Ceza Parkı da (1971) diğer Watkins filmleri gibi, aradan geçen 50 yıla rağmen ne yazık ki güncelliğinden hiçbir şey kaybetmiş değil. Nixon yönetiminin Vietnam işgaline karşı çıkan eylemcileri, eşit haklar peşinde koşan Afro-Amerikalıları, ataerkil toplumsal yapıya karşı çıkan feministleri, yani kısaca sağcı ve muhafazakar olmayan herkesi susturmak ve bastırmak için yaptıklarını, gerçek bir yasanın hayali bir uzantısından yola çıkarak ‘belge’leştirmeye çalışan film, şöyle bir alıntıyla başlar:

“McCarran Kanunu olarak da bilinen 1950 İç Güvenlik Kanunu’nun 2. maddesinin verdiği yetkiyle, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Meclis’ten onay almadan, ülke genelinde ayaklanma çıktığına karar verme ve ‘olağanüstü hal’ ilan etme yetkisine sahiptir. Başkan ayrıca sabotaja karışmasından şüphelenilen kişileri şüphe için yeterli gerekçe bulunduğu takdirde yakalatma ve alıkoyma yetkisine sahiptir. Yakalanan kişiler, kefalet hakkı tanınmaksızın ve kanıta bakılmaksızın mahkemeye çıkarılacak ve gerekli görüldüğü takdirde tutuklanarak cezaya çarptırılacaktır.”

Çok tanıdık geldi, değil mi? Çünkü faşizmin yüzü değişir ama özü değişmez…

Film boyunca, ABD, İngiltere ve ‘Batı’ Almanya’dan haberci ve belgeselcilerin kaydettiği mahkeme ve cezalandırma süreçlerini izleriz. Elbette bu görüntüler gerçek değildir ama anlatılanların gerçek olduğunu biliriz.

Kaliforniya’nın güneyindeki çöllerde kurulmuş bir ‘sahra mahkemesi’nde faşist politikacılar, dinine ve milletine bağlı ev kadınları ve patronuna bağlı işçilerden oluşan yargı heyeti, karşısına çıkarılan tüm muhalifleri suçlu bulur. Karar açıklanırken geçen şu diyalogları da tanıdık bulacaksınız: “Davalılar davayı kabul etmemektedir. / Neye dayanarak? / Anayasanın 1, 4, 5 ve 14’üncü maddelerine dayanarak. / Reddedildi! / Anayasadaki bir maddeyi nasıl reddedersiniz?! / Sanığı susturun!”; “Mahkemeye olan saygım gereği, jüri üyelerinin görev ehliyetlerinin sorgulanmasını talep ediyorum. / Reddedildi!”; “Mahkeme kefaleti kabul edecek mi? Sanıkların bazıları aylardır hapiste tutulmaktadır. Daha niye tutuklandığımızı bile bilmeden… / Sanıkları susturun! / Kefalet talebi reddedildi!”; “Red, red, red! Ağzınızdan başka laf çıkmadı! Daha niye tutuklandığımızı bile bilmeden.2 aydır hapiste tutuluyoruz. / Sanıkları susturun!”

Her biri 10 ile 21 yıl arası hapse mahkûm edilen bu ‘hain’lere “Cezaevi mi yoksa Ceza Parkı mı?” diye sorulur. Bu irrasyonel mahkeme, rasyonel insanların Ceza Parkı’nı tercih edeceğini bilmektedir tabii; hazırlıklar da buna göre yapılmıştır.

Ceza Parkı olarak adlandırılan çölde mahkûmlar, 3 gün içinde yaya olarak 97 kilometre ötede bir noktaya dikilmiş Amerikan bayrağına ulaşmak zorundadır. Yanlarında yiyecek ve içecek bulunmayan mahkumların ilerleyeceği yol işaretlerle belirlenmiştir. Verilen sürede bayrağa ulaşamayanlar, ‘asıl ceza’larını çekecektir. Mahkûmlar yola çıktıktan iki saat sonra polisler peşlerine düşerek mahkumları yavaşlatmaya veya durdurmaya çalışacaktır.

Ceza Parkı’ndaki grubun mücadelesiyle bir sonraki grubun yargılanmasını paralel kurguyla izleriz. Mahkeme çadırında sergilenen oyundaki mahkûmlar cezaevi yerine Park’ı tercih ederken, çöldeki gençlerin çeşitli bahanelerle tek tek katledilişini izleriz.

***

Harita üzerinde Gezi Parkı’ndan Silivri Cezaevi’ne (ya da, ‘Ceza Parkı’nı andıran havalı adıyla Silivri Ceza İnfaz Kurumları Kampüsü’ne) olan mesafe, eğer O-3’ten gidersem 88, O-7’den gidersem 97.5, D-100 üzerinden bir de Bakırköy’e uğrayıp Mücella’ya Cankat’la Beyza’nın selamını bırakırsam 99.5 km görünüyor. Ama Gezi Parkı direnişçilerinin hangi yoldan gideceği önemli değil; onlar geçtikleri her yeri Gezi’ye dönüştürecek. Uzun sürecek belki, ama olacak.