İki hafta önce Kieslowski’nin sıkıyönetim döneminde mahkemelerde bir tür konuşan kafalardan oluşan bir film düşündüğünü

İki hafta önce Kieslowski’nin sıkıyönetim döneminde mahkemelerde bir tür konuşan kafalardan oluşan bir film düşündüğünü, sadece suçu bildiren hâkimin ve suçlanan insanın gösterildiği sahnelerden oluşan bir film yapmak istediğini, ancak sonuçta kameranın çalışmasıyla hiçbir mahkûm adayının ceza almadığı için filmin yapılamadığını anlatmıştım. Bundan sonrası da ilginçtir: Kieslowski bu belgeseli devletin parasıyla yapıyordu, filmi yapamayınca, bir mektup yazarak ilgili kuruma durumu bildirir. Hiçbir hâkimin çekim yaptığı sırada ceza vermediği için, projesini sunduğu filmin yapılamadığını belirtir. Kendisinin para istemediğini ancak çalışan ekibin parasının verilmesi gerektiğini bildirir.
Sonuçta der Kieslowski, bundan beş ya da on yıl sonra hiçbir yargıç hiç yoktan bir insana yıllarca hapis cezası verirken gösterilmek istemiyordu, elbette bütün kararlara imza atıyorlardı, hepsi belliydi, ama bir filmde bunu yaparken görünmek istemiyorlardı, zaten ikisi de bambaşka şeylerdir.
Ardından ise yetkililer mektubun ancak bir kısmını göstererek, sinema dünyasında Kieslowski’ye karşı bir infialin olmasını sağlayacak şekilde muhalif sinemacılara karşı, mahkemelerin ne kadar adil olduğunu ispat etmek için mektubu kullanırlar. Kieslowski ancak kopyasını da çıkarmış olduğu mektubun tamamını tek tek insanlara göstererek kendini meşrulaştırabilir. Bununla sansürün ne ilgisi var ya da şöyle söyleyelim iktidarın ve oto-sansürün ne ilgisi var?
Şurası bir gerçektir, iktidar bir olguyu ele aldığı zaman, olgunun tümü üzerinde ve nesnel bir biçimde hiçbir zaman durmaz. Olgunun belirli bir kısmını alır, gerçeklikte neden sonuç ilişkisini yadsıyacak bir ilişki kurar, kendini haklı çıkarmak için, sürekli olarak –ne kadar olgulara dayanırsa dayansın- yalan söyler. En son anayasa seçimlerinde olduğu gibi, Türkiye’de aklı başında tek bir solcunun 12 Eylül Anayasasına evet demesi mümkün değildir. Ama söz konusu değişiklik zaten 12 Eylül’ün izlerini silmek için değil de, tam da 12 Eylül’ün günümüzde yeni bir merhaleye ulaşması nedeniyle, anayasayı daha da saldırganlaştırmak için revizyonlar yapabilmek isteğiyle gündeme getirilmişti. Üstelik bu arada 12 Eylül’ün papatyalarının mağdura oynaması vardı ki hakikattir o döneme ancak gazete okumayarak ve televizyon seyretmeyerek dayanabildim. Bir ulus tümden yalan üstüne böylesine politikalar üzerinden kamplara ayrılır mı? Riya ve yalan bir toplumun merkezine bu kadar net oturtulabilir mi? Ben artık yaşlandığım için olacak, bu tip iç bunaltıcı kırılmalara dayanamıyorum. Yoksa bir saygıdeğer profesörümüzün de seçimden önce açıkça belirttiği gibi, AKP doğrudan 12 Eylülün meşru mirasçısıdır.
Sinemada böylesine kırılmalar çok sık olur, sansür ve oto-sansür meselesinde, iktidarın gölgesi sinemanın üzerine doğrudan yansır: çünkü sinema toplumbilimsel olarak etkili bir sanattır. Etkili olan hiçbir şey bir ülkede iktidarın gölgesini üzerinde hissetmeden var olamaz. Bu anlamda zaten modern çağın diyalektiği de işler: şöyle ki bir anda daha çok özgürlük alanı tanımlanıyor gibi görünürken, aynı zamanda geçmişin hiçbir anında olmadığı denli kontrol ve ceza mekanizmaları en şiddetli biçimlere bürünür.
Ama eğer sosyalist ülkelerde sinema ve sansür meselesine gelirsek, burada gerçekten ilginç ve paradokssal şeyler söyleyeceğim, çok ilginç olduğunu düşünüyorum bu deneyimlerin.
Birincisi iktidarın olduğu her yerde sansür vardır, ikincisi ise zaten üstbenimiz bir tür içimize yerleştirilmiş oto-sansür kurulu gibi çalışır. Ama bir yerde bunlardan ayrı olarak, siyasi iktidarın kontrol mekanizmaları aracılığıyla, gösterilmesini ve anlatılmasını, ya da belirli biçimlerde anlatılmasını yasakladığı şeyler vardır, sinemacı da bunları bilir ve bunlara değinmemek için kendini sansür eder. Aynı şekilde sansürcü eldeki yasalar ve toplumun geneli için zararlı olduğu düşünülen şeyleri “ya kesip çıkarır” ya da “tümden yasaklar”. Sonuç öyle boyutlara varabilir ki aslında toplum için zararsız şey yapılamayacak hale gelebilir.
Doğu Avrupa ülkelerinde durum son derece ilginçti: bu toplumlar genel olarak aslında hümanizmin doğrudan mirasçılarıydılar, halkın entelektüel birikimi çok yüksekti, soyutlama ve anlama yetileri gelişkindi. Sansürcüler de zekiydi, hatta yetenekliydi. Sinemacılar da yasaları iyi biliyorlardı, sansürcülerin neyi nasıl algılayacaklarını ve nasıl tepki vereceklerini de çok iyi biliyorlardı. Bu nedenle Doğu Avrupa sineması büyük oranda, koşulları verili alıp, onu paranteze alarak, anlatmak istediklerini anlatmanın yollarını bulabildiler, halkın da kültürel birikimi ileri olduğu için sanat eserleri hedeflerine ulaşabildi. Ancak Doğu Avrupa’da bu sistem yıkıldıktan sonra, toplum büyük oranda yozlukla ve vurgunculukla tanıştı, evrensel bir hümanizm yerini dar görüşlü milliyetçiliğe bıraktı, halkı ortak bir kaderi paylaşan topluluktan rekabet eden ve zorunlu olarak sinik bir topluluğa dönüştürdü. Sonuçta yaklaşık elli yıl dünya çapında ve muhalif sinemacılar yetiştiren Doğu Avrupa’da bir yandan halkın ilgisizliği, öte yandan iktisadi sistemin çöküşü, eğitim sisteminin ölçüsüz denebilecek kadar yara alması sonucunda, bu ülkelerde sinema sanatı daha önce düşünemeyecekleri kadar derin yaralar aldı, neredeyse bir kültür yok oldu. İsteyen buna özgürlük desin, isteyen Doğu Avrupa’da sansür yoktu desin, rasyonalizasyon serbest atış için var zaten, ama sonuç olarak hakikaten bir kültür çöktü, bütün derinliği ve hümanizması ile birlikte. Wajda’nın çok açıkça söylediği gibi, onlar 1990 öncesinde Doğu Avrupa’da “between permissible and impermissible” arasında sinema yapıyorlardı, yani izin verilenle izin verilmeyen arasındaki boşlukta filmlerinin söylemini inşa ediyorlardı, bu da onları büyük oranda geliştirdi, çok zengin biçimler bulmalarına, manevi olarak olgunlaşmalarına yol açtı. Hayat üzerine düşünüp sinemada felsefe yapmaya başladılar. Şimdi ise yapacak bir şeyleri yok, ne ortaklaştıkları bir hayatı yaşıyorlar, ne de ulusal değerleri kaldı, geriye bir bütün olarak “değersizliğin yıkıntıları içinde piyasayı koklayan” sinemacılar kaldı.