Gök duman, yer sisli, her şey sırlı idi. Pulur, kal u belada vardı. Burada namı bilinmez bir ağa, yanında çobanı Munzur’du. Ağa, Kervela’ya gitti, canı helva çekti, Munzur’a ayan oldu, Irak’ta sıcakta ağasına helva verdi. Ağa döndü, köylüleri uzaklaştırdı, birden ‘tek eli öpülecek Munzur’dur’, dedi. Halbuki çoban Munzur eline mızrak almış bir yiğit değildi; tüm […]

Gök duman, yer sisli, her şey sırlı idi. Pulur, kal u belada vardı. Burada namı bilinmez bir ağa, yanında çobanı Munzur’du. Ağa, Kervela’ya gitti, canı helva çekti, Munzur’a ayan oldu, Irak’ta sıcakta ağasına helva verdi. Ağa döndü, köylüleri uzaklaştırdı, birden ‘tek eli öpülecek Munzur’dur’, dedi.

Halbuki çoban Munzur eline mızrak almış bir yiğit değildi; tüm mahareti keçi sağmaktı. Evinde bir secere yoktu, On İki İmam soyundan değildi. Munzur’un elinde bir bakır stil, içinde taze sağılmış süt vardı. Munzur mahcup oldu, kaçmaya başladı, elde stil içinde süt yere döküldü, yerden su fışkırdı. İlk Kodi’de su fışkırdı, sonra Kedek’te ve en sonunda Ziyaret’te. Köylüler koşmaktan yorgun düştü, Munzur arayı açtı, kayalıkların arkasında sır oldu. Kırk gözesiyle Munzur, doğdu.

Su, toprakla beraber yaşamın ana kaynağıydı. Yağmura ‘Rama Haq’ (Hakk’ın rahmeti) denmesi bundandı. Kötü rüyalar suya anlatılırdı. Ol sebepten dervişler, pirler, rayverler suya tuz eker, dualar okur, okunan su, evin içine dışına serpilirdi, kötülüklerden koruması istenirdi. Bazen bu su, ekmek sacının üstüne dökülür, buharı şifaydı, bazen nazar değen kişiye içirilirdi. Dervişler, kendilerine keramet verildiği günden beri kaynar kazana kolunu daldırırdı. Kırk gözeli tek nehir, Munzur’du, büyük yeminler bu yüzden gözelerde verilirdi ki; kuru ağaçla beraber yanmayı kabul eden karınca bile böyle yemin etmemişti.

Munzur’un başı, gözleri Pulur’da kaldı, gövdesi kendine yeni yollar açıp, dağları ayırıp vadileri birleştirip, tepeleri hızla aşarak -sanki bir hedefe doğru- akmaya başladı. Ağacı, dağı, toprağı, yeraltındaki köstebeği selamladı, baştan aşağı bir yurt kurdu. Köyler, sulanmayı bekleyen tarlalar, sürülmüş toprak güldü.

Baş, merakla ve müthiş bir şaşkınlıkla gövdesini izledi. Bu arada krallar, imparatorlar, padişahlar, beyler ve en sonunda doğan uluslar, kapılarını, pencerelerini, camlarını sertçe sürgüledi, Munzur’un önüne azametli duvarlar örüldü, ama Munzur yoluna devam etti ki, bugüne dek bir nehrin önünü kesmeyi hiç kimse başaramamıştır.

İlk Mercan’ı kucaklayan Munzur, yoluna devam etti; Tornova’da akan suyu şehvetle içine çekti, sonra sinsi bir ruh gibi içine karışan Laç deresini gövdesine kabul etti ki, o kadın ve çocukların sonuna kadar açılmış gözleriyle bedenlerini taşımıştı; adı o yüzden lanetlenmişti. Sonra Munzur Halvori’ye ulaştı, burada Zel’den akan yeraltı ırmaklarıyla buluştu ki, tutulamayan ve sonu felaketle biten bir aşiretler yemini burda edilmişti.

Munzur sonra, Ana Fatma’ya kavuştu. O temiz bir soy, bereketlilik ve masumiyet; bütün masumpakların anasıydı. Suyun çıktığı yer ezelden beri bir ziyaretgâhtı. Ana Fatma, o günden beri tıpkı Munzur gibi sırdı. Ve sonra Ana Fatma’yla, şehrin merkezinde Pülümür ırmağıyla buluştu. O Kutu Dereyle, Harçik ve Marçikle gelmişti. Buraya Golê Çêto (İki Suyun Birleştiği Yer) dendi. Burada elleri bağlı, gözleri açık doksan dokuz adam kurşuna dizilmişti.

Süt gibi doğan Munzur, uzun saçlarıyla kızları taşıdığı zamanlara tanık oldu; başı ve gözleri küstü ona; kör olası göz(e)leri kapandı, kırk gözeden birkaçı o sahnelere dayanamayıp kurudu. Ve sonra bu son yıllarda bu defa barajlarla Munzur’u durdurmayı -boşu boşuna yine- denediler.

Bağrında sessizleri taşıdığı o günlerden sonra Munzur, bugün dünyanın her yerinden, genç erkekleri ve kadınları iştahla kabul edecek. Bağrında dünya rafting yarışması düzenleyecek ki; hüzünler değil, neşeli kürekler çekilecek ve o akacak, daima.

*Munzur’un Nehri, Xızır’ın evi.