19 Temmuz Perşembe, TBMM Adalet Komisyonu; OHAL’i kalıcı kılmaya ilişkin Kanun Teklifi: “Bunca yıl anayasa kuramcılığımın ardından ilk anayasa pratiği böyle bir yasa ile başlamamalı idi” sözleri ile girdim konuya.

20 Temmuz Cuma Adalet Komisyonu: “Sayın başkan, dün açış konuşmanızda ‘yasama komisyonunun öneminden ve yasama organının mutfağı’ özelliğine dikkat çekince umutlanmıştım. Ne var ki, dünkü çalışmalar şunu gösterdi: mutfak bir yana, burası bir istasyon gibi, gelen paketlerin açılmadan bir başka mekâna aktarılacağı bir yer adeta.”

Nitekim, ikinci gün de değişen bir şey olmadı: OHAL’i kalıcı hale getirmeyi amaçlayan yasa önerisi, AKP ve MHP’li vekillerin, CHP-HDP ve İYİ Parti eleştiri ve önerilerini ret için kaldırdıkları eller ile, paket, parti başkanlığından geldiği şekliyle partililerin hiçbir katkısı olmadan aynen geçti.

23 Temmuz Pazartesi; TBMM Genel Kurulu, durumu değiştirmedi:

Tartışma, İçtüzük ile başladı; Kanun teklifi görüşmeleri kavga ile sonlandı. AKP’liler, günü Ahmet Şık’a fiziki saldırı ile tamamladı.

Neden içtüzük?

Parlamenter rejim için geçerli TBMM İçtüzüğü, “hükümetin lağvedildiği monokrasi”de uygulanamazdı. Bu nedenle, TBMM için öncelik İçtüzük değişikliği olmalı idi. Fakat, AKP-MHP çoğunluğu, bu konuda da Anayasa tanımama pişkinliğini sürdürdü.

OHAL’de 6771 sayılı yasa ile yapılan Anayasa değişikliği ve uyum yasaları hazırlanmadan 24 Haziran seçimleri için alınan karar, Anayasa’ya aykırı ve gayri meşru olduğu gibi, İçtüzük uyumu sağlanmadan “yeni OHAL kanunu” hazırlanması da, Anayasa ihlali ile yapılıyordu.

Ohal’de süreklilik

CHP-HDP ve İYİ Parti temsilcileri, Anayasa ve Avrupa Sözleşmesi gerekleri ışığında güvenliğin ancak hukuk ve özgürlüklere saygı ile mümkün olacağını dillendirdi; yasa önerisine bu bakımdan hukuki ve ciddi eleştiriler yöneltti; somut önerilerde bulundu…

AKP ve MHP temsilcileri ise, FETÖ ve hain darbe girişimi, bayrak-ezan, 15 Temmuz destanı, Erdoğan’ın liderliği gibi kavramlar kullanarak, öneri metnini içeriğine girme gereği duymadan ödünsüz bir biçimde savundu. Din ve milliyetçilik vurguları bakımından söylemde farklılaşsa da, “BEKA” sözcüğü, her iki parti temsilcileri için ortak payda oldu.

MHP ve AK Partililer, Anayasa, hukuk, uluslararası sözleşmeler, Türkiye’nin kazanımları kavramları ile hiç ilgilenmedi. İki sözcük, Kanun Teklifini haklılaştırma aracı olarak dillendirildi: seçimlerdeki sayısal üstünlük ve beka sorunu.

Beka’da süreklilik

Beka 1: Anayasa değişikliği için kullanıldı; ama yürürlüğe girişi Kasım 2019’a bırakıldı.

Beka 2: Hiçbir gereklilik olmadığı halde öne alınan 24 Haziran seçimleri için kullanıldı.

Beka 3: Bu yasa önerisi ile, “OHAL’i kalıcı kılmak” için kullanılıyor.

Bu nedenle, hukuki bir anlamı olmayan BEKA, ülke sorunu değil, sayısal üstünlüğü koruma aracı idi.

Cumhuriyet ve anayasa’da kopukluk

Her iki parti için Anayasa ve Cumhuriyet, üstün ve süreklilik özelliklerini taşımıyordu. Anayasa, iktidarı sürekli kılmak amacında sadece bir araç; Cumhuriyet ise, yalnızca “ittifak” aracı. Dillere pelesenk edilen “beka” ise, iktidar nimetlerinden asla vazgeçmemek ve kendilerinden olmayanlar üzerinde “baskı” aracından başka bir şey değildi.

Anayasa’ya sadakatten ayrılmayacağıma, namusum ve şerefim üzerine and içerim” sözleri kendilerince telaffuz edilmemiş gibi, Kanun teklifi, tamamen Anayasa dışı ve Anayasa’ya aykırı kavramlara dayanıyordu. Ve bunu savunmak için fikri tartışmalara girmeye hiç ihtiyaç duymuyordu; evet-hayır için “el kaldırmak” yeterli idi.

İlk günün özeti bu idi…

24 Temmuz, Salı; TBMM Genel Kurulu

İlk günkü gibi AK Partililer, grup başkan vekillerinin sataşma olduğu bahanesiyle söz alması dışında hemen hiç konuşmuyor. Önergeler ve maddeler oylanırken, toptan el kaldırıyor ve indiriyor; bu seremonide -milliyetçi nutuklar dışında- MHP’liler kusur etmiyor.

Özetle, kırk yıl boyunca Anayasa hukuku derslerinde öğretmeye çalıştığım, “Yasama, Anayasa’yı uygulayan erktir” basit gerçeği, dört günde sıfırlanıyordu. Bunu nasıl okumalı idik?

OHAL’i sürekli kılma örneği olarak sıkça gündeme getirilen Fransa’daki süreci özetledikten sonra, konuşmamı şu sözler ile noktaladım:

Milli Güvenlik Kurulu (MGK): 28 Şubat Bildirisi nedeniyle, 20 yıldır darbecilikle eleştirilen bu Kurul “kararları”! -icrai nitelikte olmadığı halde- 2001 Anayasa değişikliğine rağmen, 1 Eylül 2016’dan bu yana, gece yarısı KHK gerekçesi olarak kullanılıyor, tamamen Anayasa dışı bir biçimde. Bu teklif kabul edilirse, en az üç yıl daha kullanılmaya devam edilecek. Kısacası, “siyasetin aracı” haline getirilen MGK, Anayasa dışı yolda kullanılacak.

“Türkiye, birçok bakımdan Fransa’dan güçlü!. Bir-iki örnekle bitireyim:

Cumhurbaşkanı olduğu dönemde Fransa üniversitelerindeki derslerimde Sarkozy ile dalga geçerdim… Fransızlar, ifade özgürlüğünü kullananlara karşı bir hukuki mekanizma işletmek bir yana, OHAL döneminde bile “insanları işlerinden-güçlerinde etme” akıllarından bile geçmedi. Siz buna, güçleri yetmedi, deyin.

Bizim yönetim ise, zifiri karanlıkta yürürlüğe koyduğu kararnameler ile, “yargısız infaz” yoluyla kolektif (aile boyu) ve dünya çapında yaptırım uygulama gücüne sahip. On binlerce yurttaş; aileleriyle birlikte yüzbinlerce…

»Yargısız infaz; ama yargı yolu kapatılarak. Birinci yılındaki “performansı”! sonucu AK Parti’nin “gaz odası” olarak nitelediğim OHALİİK’in yetersizliğini Adalet Komisyonu Başkanı sn. Köylü de dile getirdi. Bütün başvuru yolları kapalı…

»Dünya çapında yaptırım: “infaz edilen kişi” için Türkiye’de reva görülen tek nimet “ağaç kabuğu”; Dünyanın hiçbir yerinde çalıştırtmamak kaydı ile. Mesela, pırıl pırıl bilim insanları için, “hayır, bilime ve insanlığa hizmet ettirmem” diyebilen bir yönetim.

Ve bu vb. uygulamaya üç yıl daha devam olunacak…

Aslında, bizdeki düzenlemelerin Fransa’dakiler ile paralellik göstermesine de gerek yok. Çünkü, bizi önce kendi Anayasamız ve İHAS bağlar (Anayasa md.13 örneği. Bu konuda, AYM ve İHAM kararları belli ve özgürlükleri sınırlandırma ölçütleri somutlaştırılmış bulunuyor).

Ama mutlaka karşılaştırmak gerekirse, bırakın Fransa’yı, Almanya veya ABD yönetimleri, hiçbiri bu denli güçlü değil…

Ama keşke bu güç, fiili değil HUKUKİ olsa idi!”