CHP, dincilere karşı ‘‘din düşmanı’’ olmadığını, liberallere karşı “demokrat” olduğunu, piyasacılara karşı “servet düşmanlığı” yapmadığını, Sünni muhafazakârlara da  “Alevi partisi” olmadığını kanıtlamaya çalışmak gibi saçma bir çaba içinde.

CHP’nin siyaset tarzı ve kimlik sorunu!
Fotoğraf: DepoPhotos

Bir yandan derin bir krizle sarsılan Türkiye, diğer yandan da Cumhuriyet tarihinin en önemli seçimlerinden birine hazırlanıyor. Bu kritik tarihsel ve toplumsal dönemeç, ister istemez muhalefet cephesinin en büyük gücü olan CHP’yi hem ilgi hem de tartışma odaklarından biri haline getiriyor. Kuşkusuz soldan bir bakışla bu tartışmaya, “CHP bir düzen ya da burjuva partisidir, bu anlamda diğerlerinden farkı yoktur” diyerek başlayabilir, iki paragrafla da bitirebiliriz. Ancak bu yaklaşım, teorik bakımdan son çözümlemede doğru olsa bile, politik bakımdan hem eksik hem de yanlış olacaktır.

Dolayısıyla bu konuyu, güncel ve somut durumdan hareketle biraz daha derinlikli ele almak (somut durumun somut tahlilini yapmak) gereklidir. Yıkıcı olmayan, dostça ve yapıcı bir eleştirinin/ tartışmanın CHP’ye de yararı olacağı açıktır.

Konu önemli. Çünkü CHP, dinci-faşizan bir diktatörlüğe doğru sürüklenen Türkiye’de en önemli muhalefet partisidir. Dolayısıyla bu sürüklenişi durduracak en büyük potansiyel güce, tarihsel köklere ve örgütsel kapasiteye sahip parti konumundadır. Parlamenter muhalefet alanının amiral gemisi, Millet İttifakı / Altılı Masa’nın taşıyıcı gücüdür. Bu anlamda tarihsel sorumluluğu büyüktür. Ancak, bu tarihsel ve toplumsal sorumluluğunu layıkıyla yerine getirdiğini söylemek zordur. Bunun nedeni, CHP’nin ideolojik-politik hattındaki belirsizlikler ile siyaset yapma tarzındaki sorunlu tutumudur.

CHP’NİN TRAJEDİSİ

CHP’nin sınıfsal karakteri ve “müesses nizam” ile ilişkilerini akılda tutarak, söz konusu sorunların kaynağında yatan etkeni şöyle özetleyebiliriz; CHP esas olarak sağcı, dinci, liberal ve muhafazakâr eleştirinin büyük ölçüde etkisi altında kalarak rota belirlemeye çalışıyor. Dolayısıyla soluna değil, daha çok sağına bakarak tutum belirliyor. Siyasi cesaret gösteremiyor. Kendi varlık gerekçesi ve en büyük gücü olan “devrimci” ve “halkçı” geçmişinden –ne kadarsa- bu anlamda demokratik sicilinden utanıyor. Tarihsel sosyolojik perspektifi yitiriyor. Bu nedenle, Cumhuriyeti ve onun ilerici kazanımlarını savunmasız bırakıyor ya da etkin bir şekilde savunmuyor.

Dolayısıyla, ülke seçime doğru giderken -CHP’yi merkez sola koyarsak- solu olmayan, tümü sağ partilerden oluşan bir ittifak anlayışı ortaya çıkıyor. Bu durum CHP’yi daha da sağa çekiyor. Farkında olsun ya da olmasın, CHP ülkedeki siyasal-kültürel gericileşmeyi değişmez veri kabul ediyor, dahası pergelin sabit ayağını koyduğu düzlemi/ odağı değiştirmeye çalışıyor.

Uzun süre iktidar olmamaktan kaynaklanan derin bir özgüven yitimi ve tuhaf bir suçluluk kompleksinden kaynaklandığı söylenebilecek söz konusu tutumdan/ anlayıştan kurtulmadan, CHP’nin kendi kitlesine bile güven veren bir parti olması, daha önemlisi etkili bir muhalefet hattı geliştirmesi imkansız görünüyor. Zaten son yıllarda CHP’ye oy veren yurttaşların, giderek artan oranda, “mecburiyetten” bu partiyi desteklediklerini söylemeleri dikkat çekiyor. Parti, bu durumu kötüye kullanıyor.

KENDİ SAĞINDAN MEDET UMMAK!

Konuyu açalım; CHP yönetimi, kendi sözünü söylemek ve belirlediği siyasal hedefler için mücadele etmek yerine, öncelikle sağcı-dinci çevrelerin kendisi hakkında ne söylediğine bakıyor. Dolayısıyla sürekli savunma hattında kalan bir siyaset yürütüyor. Kendisini Cumhuriyeti’n bütün kötülüklerinin sorumlusu gibi görüyor. Durum böyle olunca, dosta düşmana değiştiğini kanıtlamaya çalışıyor.

CHP, dincilere karşı "din düşmanı" olmadığını, liberallere karşı "demokrat" olduğunu, piyasacılara karşı "servet düşmanlığı" yapmadığını, Sünni muhafazakarlara da "Alevi partisi" olmadığını kanıtlamaya çalışmak gibi saçma, bütün enerjisini emen, beyhude bir çaba içine giriyor.

Öyle ki, 15 Temmuz’dan sonra, darbeciler İslamcı olduğu halde, "darbeci" olmadığını kanıtlamak CHP’ye düşüyor. Bu amaçla, darbecilerin ortağı konumunda olan iktidar partisinin İstanbul Yenikapı’da düzenlediği mitinge gidiyor. Oysa, CHP o mitinge katılıp, iktidarın yeniden toplumsal meşruiyet üretimine katkıda bulunurken, İslamcı AKP, darbe içinde kendi darbesini (20 Temmuz) yapıyordu. Kaldı ki, kendini kanıtlama çabaları da hiçbir işe yaramayacak, AKP bir süre sonra CHP’yi yeniden "darbeci", hatta "FETÖ’cü" olmakla suçlayacaktı.

Oysa, sağdan gelen söz konusu eleştirilerin hiçbir ideolojik değeri yok, olmayacak da. Çünkü, yakın zamana kadar liberallerin de desteğini alan bu eleştirilerin esası yalana, iki yüzlülüğe ve tarihsel gerçeklerin çarpıtılmasına dayanıyor. Kara propaganda olmanın ötesine geçemiyor.

NE YAPMALI?

Yapılacak iş, basitçe, bu kara propagandaya prim vermemek, kendi işine bakmaktır. Savunma çizgisi yerine saldırı tutumunu esas almaktır. Çünkü, ülke yönetiminde 70 yıldır -kısa üç koalisyon dönemi dışarıda tutulursa- bulunmayan bir partinin, rejimin ve devletin bütün kötülüklerinden sorumlu olması, dahası kendisinin de buna inanması saçma bir durumdur. Dolayısıyla CHP öncelikle içine sürüklendiği bu ruh halinden, Cumhuriyet döneminin bütün kötülüklerinden sorumlu olduğuna ilişkin tuhaf kompleksten kurtulmalıdır.

CHP’nin örgütsel ve kitle ilişkilerinde yaşadığı en önemli sorunu ise, yukarıda bir yanıyla değinildiği gibi, bu partiye oy veren yurttaşların beklentileri ile partinin siyaset tarzı ve ideolojik profili arasındaki mesafenin giderek açılmasıdır. Kavganın başladığı yerde ve zamanda uzlaşmaya değil, mücadele etmeye ihtiyaç vardır. Uzlaşma halkla sağlanmalı, sağa kaymak yerine, tıpkı 1970’li yıllarda olduğu gibi, muhafazakar ve merkez sağdaki kesimlere güven verecek bir çizgi izlenmelidir.

Sağın dilini kullanmak, gerici partilerinin tezlerini kimi revizyonlarla sahiplenmek, toplumdaki muhafazakarlığa ve seçkinler arasındaki liberal şarlatanlığa göz kırpmak, ancak rakibini, karşı tarafı doğrulayıp güçlendirecektir. Bu siyaset sosyolojisinin bir yasasıdır.

Kimse CHP’den sosyalist bir sınıf partisi olmasını beklemiyor. Bu gerekmiyor da. CHP bir kitle partisidir. Ancak, katı olmasa da ideolojik ve felsefi tercihlerinin de bulunması gereklidir. Başka türlü bir parti kimliği kurulamaz. Bu nedenle, herkes, cumhuriyet devrimine önderlik eden (ya da bu devrimin önemli güçlerden biri olan) örgüt kimliğiyle, CHP’den aydınlanmacı, halkçı ve laikliği cesaretle savunan bir parti olmasını isteme hakkına sahiptir.

KİMLİĞİ BELİRSİZ PARTİ

Şimdi durumun daha iyi anlaşılması için, partide yer alan tek tek kişilerin –ki aralarında son derece değerli siyasetçi ve aydın dostlarımız var- tutumundan bağımsız olarak bir dizi soru soralım. Örneğin, CHP özelleştirmelere, yani bu ülkenin ulusal birikimi ve halkın varlıklarının yağmalanmasına bütünüyle karşı mı değil mi, tam olarak bilmiyoruz. Parasız eğitim ve sağlık hizmetlerinin kamusal (anayasal) bir görev olması gerektiği konusunda açık bir fikre sahip mi, emin değiliz. Bu anlamda bazı kamulaştırmalara gidecek mi, böyle bir politik perspektife sahip mi, bir kaç açıklama dışında net bir tutum göremiyoruz.

Kürt sorunun çözümünde nasıl bir yol öneriyor, açık bir tutum ifade edilmiyor. Durum böyle olunca, AKP Abdullah Öcalan ile görüşürken, CHP yasal ve demokratik HDP ile görüşemez hale geliyor.

Gelelim dış politikaya; CHP Suriye’de Esad’ı, meşru yönetimin temsilcisi olarak tanıyor mu, yine tam olarak bilmiyoruz. Rusya konusunda ne düşünüyor, bölgenin en önemli, dünyanın en büyük güçlerinden biri olan Moskova ile neden hiç ilişkisi yok, bu sorunun da yanıtı bulunmuyor? İran ile ilişkilerde bir perspektife sahip mi, belirsiz. NATO’nun Doğu’ya doğru genişlemesini onaylıyor mu, kimse bu konuda da bir bilgiye sahip değil.

Sonuç olarak, Türkiye’nin tam da Cumhuriyetin kaderinin yeniden belirleneceğinin söylendiği tarihsel öneme sahip bir seçime giderken, ayrıca bir de CHP sorunu bulunuyor. Tarihe bir not düşelim, CHP’li dostlarımızın belki işine yarar diye düşündüm.