Ana muhalefetin AKP’yi yerinden etme gayretiyle ürettiği mevcut stratejiler, AKP’yi kendi politik alanında yeniden üretmeye destek sunmaktan öteye gitmiyor. Kısa vadeli, iktidarın siyasal söylemlerine bağımlı ve belirli bir programa bağlı olmaksızın ortaya çıkan her söz, bırakın iktidar hedefini, iktidara alternatif olabilecek bir potansiyel dahi taşıyamıyor.

CHP, sol ve siyaset

İlda Alçay Sepetoğlu

Türkiye gündemini takip etmek kimi zaman nefes nefese kalmak demek. Her söze, her karara yetişmek, incelemek, semboller ve söylemler üzerinden analizler yapmak, seçim zaferleri/yenilgileri ya da olası tehditleri öngörmeye çalışan komplo teorileri ve dahası… Bunlara bir de sosyal medya üzerinden neredeyse saat başı her konuya cevap verme, laf üretme çabasını da eklersek, her an tetikte yaşadığımız bir tablo ortaya çıkmış oluyor. Ne ki iktidara karşı muhalefet etme yöntemlerimiz ve muhalif kimliğimiz de tam yine aynı çerçeveye yerleşiyor. Soluksuz, sınırları çizilmiş bir alanda ve hep savunmada.

Özellikle son on yılda, yani 2010 referandumu ertesinde -Erdoğan’ın ifadesiyle “ustalık dönemiyle”- başlayan ve her yıl daha da radikalleşerek yürütülen politikalar bağlamında düşündüğümüzde, arada kalan dönem ayrıcalıklı bir nitelik kazanıyor. Burada, siyaset üzerine yapılan hemen tüm tartışmaların iki esas başlık üzerinden yürütüldüğünü görüyoruz: İktidarın sürdürülebilirliğinin sorgulanması ve yine iktidarı almaya odaklanan sandık stratejileri.

Geçtiğimiz hafta yapılan CHP kurultayı ile hemen öncesinde Ayasofya’da kılınan ilk cuma namazı seremonisi ister AKP ister muhalefet açısından, Türkiye’de iktidar-eksenli sürdürülegelen siyasetlere pekâlâ örnek olabilirler. Nitekim her iki konu farklı görünse de gerçekleştikleri sosyo-politik iklim ve ürettikleri sonuçlar itibariyle çarpıcı biçimde aynı noktada buluşuyor.

SÜREKLİLİK VE KOPUŞ

Belirtmeliyim ki ne CHP kurultaylarının tarihsel geçmişi ne de Ayasofya’nın sosyo-dinsel ya da kamusal statüsü bu yazının doğrudan konusu değil. Bana kalırsa, bu süreçte her iki olayı da birleştiren ve üzerine düşünmeyi hak eden daha dikkat çekici bir husus var: Ana muhalefet partisinin, stratejilerini siyasi iktidarın politik hegemonya alanının dışında inşa edemiyor (ya da etmiyor) olması. Başka deyişle, AKP’yi iktidara getiren siyasal İslamcı ideolojiyle dirsek temasını kesmeden, onun argümanlarını ve kimi sembollerini kullanarak “muhafazakâr seçmen” kategorisine yerleştirdiği kitlelerden oy devşirmeye dayanan siyaset stratejisi. Örneğin, Ayasofya’nın camileştirilmesinden hemen önce Kılıçdaroğlu’nun Erdoğan’dan alıntılayarak sarf ettiği şu ifade, mevcut stratejinin açık bir dışavurumudur: “Biz bunu ibadete açacağız, CHP buna karşı çıkacak, biz yıllardır bunlara dinsiz imansız diyorduk, yine karşı çıktılar diyecekler. Açarsanız açın…”

Bu durumda, sonda söyleyeceğimi hemen belirtmekte fayda var: Ana muhalefetin AKP’yi yerinden etme gayretiyle ürettiği mevcut stratejiler, AKP’yi kendi politik alanında yeniden üretmeye destek sunmaktan öteye gitmiyor. Kısa vadeli, iktidarın siyasal söylemlerine bağımlı ve belirli bir programa bağlı olmaksızın ortaya çıkan her söz, bırakın iktidar hedefini, iktidara alternatif olabilecek bir potansiyel dahi taşıyamıyor.

Burada birkaç noktayı hatırlatmakta da fayda var. CHP, kurultayına hayli iddialı bir sloganla gitti: “Hedef iktidar!” Sloganı duyunca aklıma ilk gelen “Nasıl?” sorusu oldu. Kılıçdaroğlu, konuşması boyunca, Türkiye’nin herkesçe bilinen sorunlarını, CHP’nin ikinci yüzyıla çağrı beyannamesini ve iktidara geldiklerinde yapacakları değişiklikleri anlattı. Ama esas olarak kimlerle, iktidara nasıl yürüyeceği konusunda bir şey söylemedi. Hatta kimi noktalarda yine AKP ve MHP seçmenine “Açın gözünüzü kardeşlerim” diyerek seslenerek, “herkesin partisi” olacağını, “herkesi kucaklayacağını” yineledi. Bu noktayı özellikle vurgulamak gerekir diye düşünüyorum. Zira, çağrı manifestosu ve yapılacakların ilanı sanki bir seçim propagandası niteliğindeydi. Oysa tek başına, Ayasofya’da kılınan namaz ve öncesindeki tekbirli yürüyüşler, açılan hilafet bayraklar bile bildiğimiz Cumhuriyet'in yerine açıkça eylemli biçimde yeni bir rejimin inşa edildiğini, bu yeni İslamcı iktidarın bileşenlerini ve devletin kolluk desteğiyle neredeyse sınırsızlaşan güç gösterilerini anlamaya yetiyordu.

Şu hâlde burada bir başka problem doğmuyor mu? Bildiğimiz Cumhuriyet'in sonu zaten gelmişse, seçim propagandası yapan, oy devşirmeye çalışan ve böylece sistemin devamlılığını sağlamayı planlayan bir yol haritası, iktidarı hedef almaya yetebilir mi? Cevabı net olarak söyleyebiliriz: Hayır. Ancak şunu da hemen belirtmek gerekir ki, CHP için bu basit bir siyasi yanılgının ötesinde ideolojik bir tercihtir. Siyasal Bilimler literatürde bunun bir de adı var: “Catch-all party”, yani “Herkesi Yakala Partisi” veya “Toplayıcı Parti.” Alman siyaset bilimci Otto Kirchheimer tarafından literatüre kazandırılan bu kavram, siyasi partilerde ideolojik söylemlerin yumuşatılması, kısa vadeli taktik planlarının ön plana çıkması, geleneksel sınıfsal taban dışındaki kitlelere açılım, daha çok sayıda ve çeşitte menfaat gruplarıyla ilişki kurulması şeklinde özetlenebilir. Adından anlaşıldığı üzere bu tip partiler, sınıf çizgisini aşarak herkesi yakalamayı amaçlar. Mümkün olduğunca geniş bir seçmen kitlesine hitap etmeye çalışan, ideolojik olarak yumuşak ve pragmatik yönü güçlü bir yapıdadır. Bu partilerin amacı her düşünce ve ideolojideki insanı partiye çekerek, kitlesel tabanını genişletmek ve iktidar yarışını kazanmaktır. Siyasi yelpazenin merkezinde olan bu partiler, kendilerine has bir ideolojik programa sahip olmazlar. Konunun ideolojik boyutu ise azami oy almaya yönelik bir seçim programı, altı çizilen sorun alanlarında iktidarla artan benzerlikler ve farklı menfaatlerin uzlaştırılması şeklinde ifade edilebilir. Siyaset bilimci Prof. Ayşen Uysal da Türkiye ve CHP bağlamında benzer tartışmalar yürütüyor. Onun, konuya dair vurgularını akılda tutmakta fayda var: “İdeolojisizlik partinin ideolojisi haline gelmiş durumda. Bu özel bir tercih. Çok uzun bir zaman diliminden beri bir ideolojisizlik tercihi var CHP’nin.”

chp-sol-ve-siyaset-766361-1.
Bildiğimiz Cumhuriyet’in sonuna gelinmiş, yeni bir rejim fiilen kurulmuştur. O halde yeni bir kurucu iradeyi dillendirmeden iktidar olunması mümkün değildir. Ayasofya’daki cüretkâr güç gösterisinden sonra çok daha bariz biçimde görüldü ki mesele, sadece iktidarın el değiştirmesi veya Erdoğan’a karşı mücadele bağlamında değerlendirilemez



'AMAN BU TUZAĞA DÜŞMEYELİM'

Türkiye’de gündelik siyasette söz konusu politik konum alışın da bir söylem karşılığı var elbette: “Aman bu tuzağa düşmeyelim.” Bu tutum alışın taktik politikası ise “Önce bir gitsinler de…” söylemiyle tarif edilebilir. Kanımca tam da bu noktadan yeni bir yol açmak gerekli. Nasıl bir ülke ve nasıl bir dünya istiyoruz sorusuna vereceğimiz cevap, kuşkusuz ideolojik bir tercihtir. İdeoloji, bize, ülke halkına nasıl bir program önereceğimiz, kimin için ve kimlerle iktidara yürüyeceğimiz, kısa-orta-uzun vadeli ekonomik-sosyal-siyasal planlarımız, hangi gruplarla ne temelde ittifaklar kuracağımız gibi bir dizi hayati meselede üretebileceğimiz cevapları sağlar. Türkiye açısından temel kıstas şöyle de formüle edilebilir: Halka rağmen mi? Halkla birlikte mi? O halde aynıları aynı yere ayrıları ayrı yere koymaktan çekinmemeli. “Bize gocunmasınlar” mantığıyla sağ jargonla yapılan siyaset, kötü bir taklitçilik olarak kalmaya mahkûmdur. Kaldı ki böylesi bir taklidin dahi etkili olabileceğini ummak, yine ancak aynı devranın süregitmesinin örtük bir ön kabulüyle mümkündür.

Ne ki artık bildiğimiz Cumhuriyet’in sonuna gelinmiş, yeni bir rejim fiilen kurulmuştur. O halde yeni bir kurucu iradeyi dillendirmeden iktidar olunması mümkün değildir. Ayasofya’daki cüretkâr güç gösterisinden sonra çok daha bariz biçimde görüldü ki mesele, sadece iktidarın el değiştirmesi veya Erdoğan’a karşı mücadele bağlamında değerlendirilemez. Devletle iç içe geçmiş cemaat ağlarını söküp atmayı, kurutmayı hedefleyen, bu bağlamda laikliği başat talep olarak programına alan bir yol izlemek yaşamsaldır.

Yanı sıra, ülkenin dört yanı ayrı ayrı sorun alanlarıyla örülü durumdadır. İşsizlik, iş cinayetleri, geçim sıkıntısına dayanan yaygın intiharlar, kadın cinayetleri, taciz-tecavüz suçları, baroların düzenlemesi gibi STK düzleminde toplumsal (ve de anayasal) muhalefet alanlarının-araçlarının yok edilmek istenmesi, doğanın ranta ve sermayeye açılması ve daha niceleri… Her sorun ayrı politik düzlemde ancak merkezi bir stratejik siyasetin parçası olarak yeniden örgütlenmelidir. Bunun için eylemli olarak İslamcı faşizmle iç içe geçmiş sermaye düzeni ve sahipleriyle cesurca hesaplaşılması gerekir. Cumhuriyet’i yıkan, İslamcı düzendir. Dolayısıyla ihtiyacımız olan ne seçim propagandaları ne de ikinci yüzyıla çağrı beyannamesidir. Kurucu bir manifestoyla eşitlikçi, aydınlanmacı, laik bir yeni düzen için harekete geçmek zamanıdır.

Tarihe küçük bir not: Bu yazı yayınlandığında “Memlekete SOL gerek” diye yola çıkan Sol Parti 1. Olağan Konferansını gerçekleştirmiş olacak. Güneşe akın edenlere ve yolculuğu bitmeyenlere selam olsun. Elbette güneş zapt edilecek ve elbette memlekete sol gelecek!