Bu yazıda ve izleyecek olanda  çok özgün bir sinemacının, Chris Marker’ın yaratıcılık serüvenini  özetlemeye  çalışacağım. Onun edebiyatçı kimliği, romanlarını ve edebiyat eleştirini bu yazıların konusu dışında tutacağım. Keza, müze   enstalâsyonlarını,  Immemory adını taşıyan CD-ROM çalışmasını  ve daha başka   medya pratiklerini de. Dahası sinemacı  Marker’ı da  ancak kısmen ele alabileceğim;  çünkü onun  sinemasının benzersizliğini, yaratıcılığının sınırsızlığını  iki yazıya sığdırmak mümkün değil.
 
Kuşağının en uzlaşmaz en ilginç  sinemacısı olan Chris Marker, erken dönem Sovyet sinemasının deneyciliğini, bu sinemanın  özgün montaj    geleneğini  yeni teknolojilerle, özellikle  video ve  mültimedya teknolojileriyle  gözden geçirdi.  Filmlerinin ortak teması zaman, bellek, aktüel zamandan tarihsel zamana geçiş, bu ikisi arasındaki ilişki, öznellik, öznelliğin kırılganlığı,  yitirme duygusu.
 
Bazı kaynaklar Moğolistan’da, Ulan Bator’da doğduğunu, aristokrat bir  aileden geldiğini  yazıyor. Diğer bazı kaynaklara göre ise Güney Amerika’da  zengin bir kolonyalistin oğlu  olarak dünyaya  geldi  O, nerede doğmuş olursa olsun,  Paris’den Pekin’e, Sibirya’dan Santiago’ya, Kudüs’den Havana’ya  bütün yeryüzünü  dolaşan bir  gezgin. Değişik halkları geleneklerini, gündelik hayatlarını, geçmişlerini yer yer kurmacayla birleştirerek aktaran, Marco Polo’nun seyahatleriyle Jules Verne’nin serüven öykülerini kaynaştıran bir kültür yolcusu.
 
Fransa’da  savaş sonrasında, Dördüncü Cumhuriyet döneminde sinema endüstrisi yeniden yapılandırıldığında birçok genç sinemacıya da şans verildi. Bunların çoğu   kariyerlerine  sinema eleştirmeni  olarak başladılar, sinemanın entelektüel bir çaba, ciddi bir sanat  formu olarak kabul edilmesine öncülük ettiler. Bu Marker için de geçerlidir.
 
Marker’ın  sinema konusundaki ilk yazıları,  kişiliğe sahip olmasından dolayı insanı evrendeki bütün varlıklardan üstün tutan, fakat   modern sanayi toplumunda teknolojik   gelişmenin de etkisiyle insan değerlerinin  erozyona uğradığını, bu nedenle  kişi’nin   (personne )  yeniden gerçekleşmesinin ve buna bağlı olarak kültürel bir yenilenmenin gerekli olduğu  düşüncesini işleyen kişilikçilk ( personalizm ) felsefesinin kurucularından Emmanuel Mounier’nin çıkardığı Esprit dergisinde yer aldı.
 
Fransa’da  1940’ların sonlarında  entelektüel  bir çevrede taraftar bulan bu   felsefe Katolikliği sol  düşünce ile   uzlaştırmaya  çalışıyordu. Katolik kilisesi Vichy rejimiyle   açıkça işbirliği yapmıştı. Mounier ve çevresi  bunun dışında kalan bir Katoliklik  anlayışını    savunuyordu.  Kişilikçilik  öznel idealizmin bir türü olmakla birlikte savaş sonrasında insanın yeniden yücelmesinden ve onurunu  ele geçirmesinden yanaydı. Modern toplumda endüstriyel kapitalizmin yol açtığı    yabancılaşmaya, ideolojik  konformizme  çözüm arıyordu.
 
Mounier’de kişi  (personne ) kendi dünyasına kapanan bencil bir varlık olarak    tanımlanmaz. Kişi,  başkasına yönelir ve onlarla ilişkisinde kendini oluşturur  olgunlaşır, kendini geliştirir, kendini  tanır.
 
Modern toplumda egemen güçlerin kültüre kendi çıkarları doğrultusunda yön verdiğini, bazı ülkelerde devletin kültürü tekeline aldığı ileri süren Mounier böylesi kültüre “ güdümlü kültür “ ( culture dirigée ) adını veriyordu. Esprit dergisi de bu doğrultuda   kültürün araçlarının halkın hizmetine sunulmasını, kültürün halka uzanmasını, halkı kucaklamasını savunuyordu.
 
Emek ve Kültür  ( Travail et Culture )   adlı örgüt de  Paris’de, şehrin özgürlüğe  kavuşmasının ardından   bu amaçla kurulmuştu. Esprit çevresindeki aydınların içinde yer aldıkları  bu sol örgütlenmeyle Marker’ın da bağları  vardı. Örgüt, Fransız kültüründeki seçkinciliğe karşı çalışan sınıflar arasında demokratik bir kültürü yaygınlaştırmayı, kültürü fabrikalara götürmeyi  amaçlıyordu. Jean-Louis Barrault örgüt içinde popüler tiyatro hareketi başlatmıştı.
 
Marker daha ilk yazılarından itibaren sinemayı  tiyatro, resim, edebiyatla birlikte  düşündü.  Ona göre  sinema gündelik hayatın ötesine uzanan metafizik  çatışmaları açığa çıkarma kapasitesine sahiptir. Bu onun sıradan fiziksel dünyayı  ruhun zarafet  kazanma  mücadelesinin  ortamı  olarak gören  yeni-Bergsoncu  eleştiri ile paylaştığı  bir düşüncedir. Jean d’Arc’ın Tutkusu’nda Renée Falconetti’nin yakın çekimlerdeki  yüz ifadeleri bu mücadeleyi mükemmel bir biçimde gösteriyordu.
 
Peki, Marker’ın kendi sineması nasıl tanımlanabilir?    Belirli bir türün ve kategorinin içine sığdırmak mümkün müdür onun sinemasını?
 
Amerikalı eleştirmen Richard Roud   60’ların hemen başında Marker’ı,  Resnais ve Agnes Varda ile birlikte  Sol Yaka ( Rive Gauche )  adını verdiği  gruba  dâhil etmişti.  Roud’a göre bu grubun özelliği politik ve toplumsal  sorunlara tutkuyla  yaklaşmaları, bu sorunları ele alan belgeseller yapmaları, sinemanın biçim sorunlarıyla ilgilenmeleri, yeni bir sinema estetiği ve pratiği yaratmalarıydı.  Ne ki, Roud’un saydığı bu özellikler  Marker sinemasının özgünlüğünü bütünüyle açıklamada yeterli değildir.
 Bu sinemanın özgünlüğünü açıklamaya deneme nitelemesi katkıda    bulunabilir. Aslında Roud da bu nitelemeye başvurur sonuçta, ama  Marker’ın   filmleri için deneme tanımı ilk kez kullanan, onun  sinemasında  denemenin   özelliklerini ilk kez  gören  Andre Bazin’dır. 1958 Ekim’inde, ölümünden birkaç   ay önce kaleme aldığı son sinema eleştirilerinden birini Marker’ın Sibirya’dan   Mektup’u üzerine yazmıştı.
 
Sibirya’dan Mektup, mektuplardan  oluşan bir seyahatname. Anlatıcı ses “ Size uzak bir ülkeden, dünyanın ucundan yazıyorum” cümlesiyle  söze  başlar. Bazin, bu filmin  yatay montaj mantığıyla, şakacı ardışıklık yaklaşımıyla, aynı imgenin üzerinde farklı, hatta çelişen düşünceleri üst üste getirmesiyle, böylelikle düşüncelerin yankılanmasıyla daha önce belgesel sinema adına   yapılmış olan çalışmalardan  çok farklı olduğunu belirtiyor, “ Sibirya gerçeğinin geçmişi ve bugünü hakkında bir şairin yazmış olduğu tarihsel ve politik bir   deneme ”  olarak tanımlıyordu. Deneme sözcüğünü edebiyattaki anlamıyla kullandığını da vurguluyordu.
 
Gerçekten, kökleri edebiyatta  olan bir sinemadır bu. Montaigne’in deneme geleneğiyle sıkı bağları mevcuttur. Ben’i ve onun deneyimlediği    dünyayı imgenin gücünden yararlanarak,  imgeler ve sözcüklerle oyun  oynayarak,  farklı bir zaman algısı yaratarak, sunan bir denemecinin yarattığı  sinema.
 
 
Kaynaklar :
Alter, Nora M. ;  Chris Marker, University of Illinois Pres,2006
Corrigan, Timothy;  The Essay Film :From Montaigne, After Marker, Oxford University Pres, 2011.