Leyla, akşama doğru o parmaklıkların arkasındaki mermere yastık koyardı. Dirseğini pencereye yaslar ve sokağı izlerdi. Evlerinin tam önündeki arsada top oynardık biz. Şen Apartmanın arka cephesini kale yapardık. Duvarda, kalenin tam arkasında, beyaz harflerle “Devrim Gelecek” yazardı

Çiçeksizlik çağındayız Leyla, alışalım

SİNEM SAL
@sinemsal

Bir tür çiçeksizlik çağındayız dedi pembe hasır şapkalı kadın, kimsenin kendine özgü bir kokusu ve inceliği yok. Kendisine yeni bir isim verdi: Leyla. Çünkü o bu dünyaya çok Leyla’ydı.

Leyla, mahallemizin tuhaf ablalarındandı. Geniş, pembe bir hasır şapkası vardı ve yaz kış çıkarmazdı onu. Mutlu gibiydi. Ama mutlu olmadığını iri, ama düşük göz kapaklarıyla yarısını sakladığı, siyah gözlerine baktığınızda görürdünüz. Sokağın başındaki koyu mavi, beş katlı apartmanın girişinde otururdu. Pencere demirlerini ilk onların evinde görmüştük. Evlerine tam beş kez hırsız girmişti. Hırsız girip de her şeyi götürdükten sonra duvarları korumak için pencerelere parmaklıklar taktırmışlardı.

Leyla, akşama doğru o parmaklıkların arkasındaki mermere yastık koyardı. Dirseğini pencereye yaslar ve sokağı izlerdi. Evlerinin tam önündeki arsada top oynardık biz. Şen Apartmanın arka cephesini kale yapardık. Duvarda, kalenin tam arkasında, beyaz harflerle “Devrim Gelecek” yazardı. Gol atacağız diye çamurdan nasibini alan topumuzu duvara geçirirdik. O yüzden Devrim’in üstü zamanla kapanmıştı. Bu kötüydü. Cümle anlamını kaybetmiş, Gelecek bir başına kalmıştı. Neyseydi. Olan olmuştu.

Bir gün mahalle maçına yetişememiştim. Arsanın yanındaki Hasköy Taksim hattını çalıştıran otobüslerin kalktığı yedek kulübesinde bir arkadaşımın yaralanmasını ve sıramın gelmesini bekliyordum ki Leyla beni çağırdı. “Küçük…” dedi. Üstüme alınmadım. Ellerimi şortumun cebine yerleştirip otobüs bekler gibi yaptım. Oyunu oynadığımı bilmesindi. Çocukluğumdan leş gibi utanıyordum. Yeniden bağırdı Leyla, “Küçük… Erdem?” diye bağırdı. Adımı biliyordu. Bakmamak olmazdı. Leyla’nın, demir parmaklıkların arasında pembe hasır şapkasıyla sokağı izleyen yüzüne döndüm. Eliyle beni çağırdı, acele et der gibi. Sahadan küfürler çoğalıyordu.

Leyla’nın elinde plastik mavi bir kap vardı. Üstünde de bozuk para. Kabı bana doğru uzatıp “Bunu,” dedi “Berber Mustafa’nın dükkanına götürür müsün, Sadi’nin öğle yemeği…” Sadi, kocasıydı. Annemin dediğine göre Almancılardı. Yazları fakir kışları zengin bir babası vardı. Ölmüştü. Belki yedi yıl önceydi buraya taşınmışlardı. Elimde mavi kabın sıcaklığını duyuyordum. Leyla bu yemeği elleriyle yapmıştı. Ona zeval getirmezdim.

Berbere gittiğimde dükkanın sahibi Mustafa Amca kapının önünde sigara içiyordu. Acaba işi bitmiş miydi? Bittiyse şimdi yokuştan aşağı inip Sadi’nin boya dükkanına gidecektim. Bir keresinde annemle gitmiştik. Sadi, kendisini mahalleye sevdirmeye çalışan bir adamdı. Bize de epey indirim yapmıştı. Hatta annem bir de açık pembe boya almıştı adamdan. Tuvaletimizi boyamıştık. Dükkandan ellerimiz kollarımız dolu çıktığımız o gün, annem Gül Teyze’yle karşılaşmıştı. Sadi hakkında konuşmuşlardı ve en çok da Leyla. “Bilse böyle olur mu hiç?” demişti annem. Gül Teyze de “Aman ya Alamancı kızım, senin benim kocam gibi mi? N’apmışsa yapmış Leyla… umurunda olur mu sanıyorsun?” demişti. Meğer Leyla, berber Mustafa Abi’nin kalfası Aydın’a aşıkmış eskiden. O kadar aşıkmış ki yemek yemeden nefes alıyor, nefes almadan yaşıyor, yaşamadan günlerini geçiriyormuş. Birbirlerine varamamışlar. Çünkü Leyla, eski muhtarın kızıymış. Aydın da bizim kahveci Mürteza Amca’nın oğlu. Sınıflar ve basamaklar semtlerin oluşumunda öyle etkiliymiş ki devrim hiç gelmezmiş.

Mustafa Abi’ye selam verip dükkana girdim. Sadi, berber koltuğunda yatıyordu. Aydın da usturayı almış. Sakallarını kesiyordu Sadi’nin. Gönül Akkor çalıyordu: Kül değil ateş… Hava soğuktu. Bense maça girmek için beklediğim sırada ısınma hareketleri yapmış, şortuma rağmen ısınmıştım. Kapıyı açıp içeri girdiğimde Aydın, Sadi’nin yüzüne diktiği gözlerini kaldırıp usturayı omzuna astığı havluya sildi. Hoşgeldin, dedi, “saçlarını mı kestirecen?” Aynaya baktım. Katalikten gelen sıcak hava yüzümü dalgalandırıyordu. “Yok,” dedim, “yemek getirdim Sadi Abi’ye, Leyla Abla gönderdi.” Sadi gözlerini açtı. Eliyle dükkanın ortasında yerde duran sehpayı gösterdi, “şuraya koy,” dedi. Emretti. Canımı sıkmadı.

Sadi beni severdi. Ama bu kadar değil. “Otur,” dedi “gitme saçlarına jöle süreyim işim bitince.” Yok filan deyip koltuğa oturdum. Dükkanda çıt sesinden başka bir şey yoktu. O da katalitikten geliyordu. Birden, bütün sessizlik Sadi’nin “ah…” diye bağırmasıyla bozuldu.”Bir şey yok, bir şey yok,” dedi Aydın. Çekmeceyi açıp çıkardığı yara bandını Sadi’nin kanayan boynuna yapıştırırken, “Berber işi gariptir,” dedi “ güvenmen gerekir. Güvenip kendini bırakmazsan, kıpırdarsan, berberin işini bozarsın. Teslim olacaksın yani. Olmazsan, canın yanar.”

Sadi ayağa kalktı. Masanın üstündeki yemeği alıp yeniden aynaya baktı. “Sağlık olsun,” dedi. Sadi’nin koltuğuna oturdum. Aydın, jöleyi saçıma boca etti. Ona teslim oldum. Canım yansın istemiyordum. Ama yanıyordu.