Marcus Aurelius’un Kendime Düşünceler adlı eserinde anlattığı felsefeyle çelişen bir imparatorluk deneyimi olduğunu söyleyerek bizi Marcus Aurelius’un filozof yönünü sorgulamaya çağıran tarihçiler de vardır.

Cicero ve Marcus Aurelius açısından filozof-kral meselesi

DR. C. CENGİZ ÇEVİK

Platon’un Türkçede “Devlet” olarak da bilinen Politeia adlı eserinin bir yerinde (473d) Sokrates şöyle der: “Devletimizde filozoflar kral olmadıkça ya da şu anda kral ya da yönetici dediğimiz kişiler gerçek ve tam anlamıyla kendilerini felsefeye adamadıkça, politik iktidar ve felsefe aynı doğrultuda birleşmedikçe… devletteki kötü durum engellenemez.” Bu yaklaşım antik Yunan edebiyatında (örneğin bkz. Polybius 12.28) olduğu kadar Latin edebiyatında da meşhurdu. Bu yazıda antik literatüre dayanarak Romalıların Platon tarafından idealize edilen filozof-kral fikrinden ne anladığı üzerinde duracağım.

Cicero’nun MÖ 60’ın sonu ya da 59’un başlangıcında Roma’dan, kardeşi Quintus’a yazmış olduğu bir mektupta (Quint. Fr. 1.1.29) Platon’un bu yaklaşımına yaptığı göndermeden söz edebiliriz. Öncelikle şunu söylemek gerekiyor ki, Cicero birçok eserinde Platon’u yüceltir. Az yukarıda bahsettiğim mektubunda da ondan “zekada ve eğitimde önder” (princeps ingeni et doctrinae) olarak bahseder ve onun filozof-kral idealini paylaşır. Bu ideale göre eğitimli ve bilge kişiler (docti ac sapientes homines) devleti yönetmeye başlarsa veya devleti yönetenler kendilerini şevkle “eğitime ve bilgeliğe” (doctrina et sapientia) verirse, devlet mutlu olacaktır. Hemen ardından Cicero yine Platon’a referansla iktidar ile bilgeliğin birleşiminin (coniunctionem… potestatis et sapientiae) toplumların esenliğini sağlayan unsur olduğunu söyler. Cicero politik konularda övüngen olmak konusunda günümüz politikacılarından geri kalmaz, hatta çoğu kere haklı olarak onları geçtiğini bile söyleyebiliriz. Nitekim bu mektubunda da Platon’un filozof-kral idealini aktardıktan sonra kendisinin consul olduğu döneme göndermede bulunarak, Roma devletinde bir dönem iktidar ile bilgeliğin bir kişide birleştiğini ima eder. Kuşkusuz, kastettiği MÖ 63’teki consul’lüğü sırasında Roma’nın aristokratik yönü ağır basan müesses nizamına karşı darbe hazırlığı içinde olan Catilina ile taraftarlarını durdurmuş, adeta darbe girişimini bastırmış olmasıdır. Böyle politik bir başarı için iktidar olanağı yetmez, bilgeliğe de ihtiyaç vardır; en nihayetinde dilimi ısırarak söylersem Cicero kendisini neredeyse Platon’un filozof-kral idealinin vücuda gelmiş örneği olarak saymaktadır.

Bu noktada belirtmek gerekir ki Cicero, salt felsefenin politik yaşamdaki gündelik sorunları ve krizleri çözmeye yetmeyeceğini düşünmektedir. Nitekim dostu Atticus’a yazdığı bir mektubunda da (Att. 2.19.1) güncel bir olay karşısında felsefî bir temele dayanan “ideal iyiye aşırı bağlı yaklaşımının” (nimium τῷ καλῷ προσπέπονθα) adeta körlük olduğunu itiraf eder. Bunun anlamı şudur: İster Platoncu, ister Eski Academiacı, ister Peripatetik, ister Stoacı olsun en nihayetinde felsefî bir görüş mutlak ve sarsılmaz bir ideale dayanır, esneme payı yoktur. Oysa güncel politik krizleri fazlasıyla gerçekçi olarak ve kimileyin adeta “dün dündür, bugün bugündür” deyip önceki tercihlerle çelişen çözümler üreterek çözmek gerekebilir. Filozof-kralın kral yönü işte bu noktada belirir ama yine de arada filozof yönüne de kulak kabartsa iyi eder, zira Hank Davis’in To Plant a Seed adlı eserinde dediği gibi politikacılar ve gazeteciler insan soyunun en iyi örnekleri değildir.

Daha sonra, imparatorluk döneminde, Platon’un söz konusu yaklaşımını Stoacı imparator Marcus Aurelius’la (MS 121-180) ilgili bir aktarımda da görürüz. Söylenene göre (Historia Augusta 4.27.7-8) “Filozoflar yönetir ya da yönetenler filozof olursa, devletler refaha kavuşur” (florere civitates, si aut philosophi imperarent aut imperantes philosopharentur) sözü dilinden düşmezmiş. Şöyle bir düşününce, tarihte filozof-kral olmaya ondan daha fazla yaklaşmış az insan bulunduğunu söyleyebiliriz. Neticede Kendime Düşünceler adlı eseri çağları aşarak günümüze ulaştı ve hâlâ en çok okunan eserler arasında yer alıyor. Örneğin Covid-19 pandemisinin tüm dünyayı en fazla sarstığı dönemde Britanya’da en çok satılan kitaplardan biriydi. (Kuşkusuz bu durum Stoa felsefesini anlatan tüm kitaplar için geçerliydi, Stoa felsefesi üzerine burada adları anılamayacak kadar çok kitap basıldı ve tartışma yürütüldü.) Çok okunmak eserin edebî kalitesine dair bir gösterge olabilir (bazen hiç olmayabiliyor!) ama elbette eserin felsefî açıdan iyi temellendirilmiş argümanlarla dolu bir içeriğe sahip olduğunu kanıtlamaya yetmez. Dahası, Marcus Aurelius’un bu sözü gerçekten dilinden düşürüp düşürmediğini bilmiyoruz, sadece aracı bir yazar böyle diyor. Başka bir yazar, Ausonius da (XII Caesaribus XVII. M. Antoninus 69-70’de) Marcus Aurelius’un “Platon’un ilkelerini imparatorluk yetkisine uyarladığını” söyler. Filozof-kral idealini büyük ölçüde Platon’a borçlu olsak bile, onun felsefî ilkelerini yönetime uyarlamanın iyi bir fikir olup olmadığı ayrı bir konudur. Nitekim Popper’ın izinden gidiyor ve açık toplum fikrinden yanaysanız, hem Platoncu ilkeler hem de filozof-kral fikriyle aranıza mesafe koyarsınız. Ayrıca Marcus Aurelius’un Kendime Düşünceler adlı eserinde anlattığı felsefeyle çelişen bir imparatorluk deneyimi olduğunu söyleyerek bizi Marcus Aurelius’un filozof yönünü sorgulamaya çağıran tarihçiler de vardır. Örneğin Mary Beard son dönem eserlerinden olan SPQR: Antik Roma Tarihi’nin bir yerinde “Marcus Aurelius’un bazı modern hayranları”ına seslenerek “onun Cermenlere yönelik, hâlâ Roma’nın ortasında duran anma sütunundaki savaş sahnelerinde gururla resimlenen zulmünün vahşiliği üzerinde düşünselerdi ona daha az hayranlık duyarlardı” der (Pegasus Yayınları, 2019: 402-493).

Antik felsefe literatüründe sıkça sözde filozoflara yönelik bir eleştiri olarak karşımıza çıkan teori ile pratiğin uyuşması gerektiği düşüncesi burada da önem kazanmaktadır. Filozof olarak konuşan, yazan ve düşünen ancak öyle yaşamayan veya davranmayan bir kimse filozof-kral olabilir mi? Kuşkusuz bu, teori ile pratik arasındaki ilişkiyi derinlemesine analiz etmeyi gerektiren netâmeli bir konudur. Ancak başka bazı antik kaynaklar da Marcus Aurelius’un karar alırken veya kriz çözerken kral ya da politikacı yönünün ağır bastığını ortaya koyar. Örneğin Hıristiyanlığın ilk dönemindeki önemli apolojistlerden olan Iustinus, Birinci Apologia’sının sonuna Marcus Aurelius’un Senatus’a yazdığı bir mektup eklemiştir. Bu mektubun güncelliği tartışmalıdır ama çizdiği Marcus Aurelius portresi Kendime Düşünceler’den hareketle oluşturabileceğimiz filozof-kral modeline pek uymamaktadır ya da en azından Cicero’yla ilgili söylediğimiz gibi, kriz çözen, pratik zekalı bir kral modeline daha fazla uymaktadır. Kurmaca olup olmadığı bilinmeyen bu mektuba göre, Marcus Aurelius ve yetmiş dört kohort’u barbar düşman ordusu tarafından köşeye sıkıştırılmış ve susuz kalmışlar. Buna tanıklık eden, henüz imparatorluğun aslî dinsel unsuru olmayan civardaki Hıristiyanlar, hem imparator hem de ordusu için Tanrı’larına dua etmiş, bunun sonucunda Tanrı Marcus Aurelius’un ordusu üzerine yağmur, düşman ordusunun üzerine dolu yağdırmış. Marcus Aurelius o gün işine yarayan bu ilahi silahın bir gün kendisine ve Roma’ya karşı da kullanılabileceğinden korkarak Hıristiyanlara daha iyi muamele edilmesini buyurmuş. (Bu metinle ilgili kapsamlı bir çalışma için şu esere bakılabilir: The First and Second Apologies, çev. L. W. Bernard. Paulist Press, 1997) Elbette onun bu yararcı perspektifi Stoa felsefesinin neredeyse evrenle eşitlenen tanrısallık anlayışıyla pek uyuşmaz ama Cicero’nun bile hoşuna gidebilecek bir devlet adamı ihtiyatkârlığı olarak görülebilir.

Öyle ya, Roma tarihi zor duruma düştüğünde “Romalıyım” (Romanus sum) veya “Roma vatandaşıyım” (civis Romanus sum) diyen Romalılarla doludur (örneğin Liv. 2.12), Romalı filozofları da bundan ayrı tutamayız. Onlar da önce Romalıydı, sonra filozof.

Not: Bu yazıyı okuyup düzenlememe yardım eden eşim Gamze’ye teşekkür ederim.