Çifte krizin derinleşmesi karşısında, başta sağlık sektörü olmak üzere, özel sektörün stratejik kabul edilen veya zor durumdaki bazı üretim birimlerinin kamulaştırılması gündeme gelebilir. Ancak buna çok bel bağlamamak gerekir. AKP iktidarı, kısmi bir kamulaştırmaya gitse bile sonuçta bu şirketlerin tekrar eski sahiplerine döndürülmesi için elinden geleni yapacaktır.

Çifte kriz ve sınıfsal refleksler

OĞUZ OYAN

2019 model yeni koronavirüs (Covid-19) dünya sağlığını ve ekonomisini tehdit ediyor. Dünyanın en kırılgan ekonomileri ve bunların demirbaş ülkesi konumundaki Türkiye için bu çifte kriz tehdidi çok daha yakıcı boyutlarda.

Ölümle sonuçlanan vaka sayısının toplam hasta sayısına oranlanması, bize bu pandemik salgının şiddet derecesini ülkelere göre karşılaştırma olanağını veriyor. Şimdiye kadar en yüksek ölüm oranları yüzde 8-10'ları bulan İtalya'da ortaya çıktı. Onu İspanya izliyor. Bu her iki ülke de toplam ölümlü vaka sayısı bakımından da kendi nüfuslarının 25-32 kat fazlasına sahip olan Çin'i geçmiş durumdalar. Fransa ve ardından İngiltere de aynı yolu izler gibi görünüyor. Almanya şimdilik bu denklemin dışına çıkıyor: Toplam vaka sayısına kıyasla ölüm oranı, bugün için yüzde 1'in bile altında. Uzakdoğu'dan sonra pandemik krizin yeni merkezi Avrupa olmuşken şimdi de ABD yeni bir merkez olarak öne çıkmaya başlıyor. Buna karşılık salgının ilk yayıldığı ülke olan Çin'de içeriden kaynaklı yeni vakalar neredeyse sıfırlanmış durumda. Güney Kore, Vietnam, Singapur gibi ülkeler de virüsle başarıyla mücadele edebilmiş ülkeler sınıfında.

Bütün bunlardan ne çıkaracağız? Bir kere bu tür mikrobiyolojik salgınların ortaya çıkışı, kapitalist sistemin doymak bilmez kâr hırsının ve yayılmacılığının, doğal habitat üzerindeki sınırsız tahribatlarının, toplumlara dayatılan yeni (ve ihtiyaç dışı) beslenme ve tüketim alışkanlıklarının doğrudan/dolaylı sonuçlarındandır. Demek ki kapitalizmin dayattığı sosyal üretim ilişkileri, kapitalist üretim tarzının kendisi ve devleti de içeren kapitalist sosyal-ekonomik formasyon aşılmadan, dünya halklarının sağlıklı ve güvenli bir geleceğe sahip olmaları mümkün olamayacaktır.

Yukardaki genel saptama ve önerme yanında daha tâli olmakla birlikte ikinci saptama, bu büyük salgının, son 40 yıla egemen olan neo-liberal küreselleşme biçiminin tamamen iflas ettiğini tescil etmiş olmasıdır. Neo-liberal dogmaları ifrata vararak uygulayan, sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi ve ticarileştirilmesinde sınır tanımayan, üstelik devletin toplumu örgütleme becerisinin en yetersiz düzeylerde olduğu ülkelerde bu kriz toplumu ve ekonomiyi çok daha sert vurmaktadır. (Cehalet düzeyi veya kural tanımak istemeyen toplumsal davranış kodları da mutlaka etkili olmaktadır). Krizin coğrafi dağılımının gösterdiği şey tam da budur. Ne önleyici ve koruyucu sağlık hizmetleri bakımından, ne hastane kapasitesi ve piyasacı sağaltım hizmetlerinin yeterliliği bakımından ne de sosyal teması asgariye indirecek önlemleri erkenden örgütleme ve uygulama kapasitesi bakımından krizle başedemeyen ülkeler, pandeminin en büyük şokunu yaşamaktadırlar. Buna karşılık, hastaların hastaneye başvurmalarını beklemeden onları yoğun ve hızlı tanı testleriyle tespit edebilen, evde ve hastanede karantina koşullarına uymalarını güvenceye alan (aktif sürveyans sistemini uygulayan) ve sağlık hizmetlerinde sosyalleşmeden bütünüyle vazgeçmemiş ülkeler, en büyük başarıyı yakalamış gözükmektedirler.

KAMU GELİRLERİ DİP YAPACAK

Bugünkü küresel salgın yüzyıldır görülmemiş bir boyutta olduğundan, yol açacağı ekonomik krizin de 1929 krizini bile aşabilecek çapta oluşması beklenebilir. Üretim ve ticaret üzerindeki etkiler, arz yönlü olmaktan ziyade talep yönlüdür. Arz krizine bir çözüm bulunması nispeten mümkündür; ancak evlerine hapsolmuş insanların gıda ve hijyen gibi temel ihtiyaçlar dışındaki ürünlere olan taleplerini tamamen kısmalarına karşı sistem çaresizdir. Bunun ne zaman normalleşeceği ise henüz tahmin bile edilememektedir. Bu koşullarda bir finansal krizin patlak vermesi de kaçınılmazdır. Nitekim öyle de olmaktadır.

Henüz tüm sonuçlarıyla ortaya çıkmasa da, kamu maliyesi krizleri de kapıdadır. Kamu gelirleri dip yaparken, kamu harcamaları tavan yapacaktır/yapmak zorundadır. Ekonomi çalışmadıkça, kamu gelirlerinin en büyük bölümünü oluşturan vergiler çalışmayacaktır. Üstelik, vergilerin gelir esnekliği yükseleceği için ekonomik gerileme hızını aşan bir vergi geliri azalışı ortaya çıkacaktır. Bu, hem dolaylı hem de dolaysız vergi türleri için geçerlidir. Türkiye gibi vergi gelirlerinin yaklaşık yüzde 70'ini dolaylı vergilerin oluşturduğu bir ülkede bu gerileme daha çarpıcı bir hızda yaşanacaktır. Keza gelir ve kurumlar vergileri gibi dolaysız vergilerde de gelir/kazanç olmadıkça vergiyi doğuran olay ortaya çıkmayacaktır.

Üstelik, Türkiye'de olduğu gibi, krize karşı önlemler paketi vergi ertelemeleri/vergi harcamaları üzerinden yürüdükçe, bu gidişatın daha da körüklenmesi beklenir. Körükleyici bir başka etken, rantları önceden bölüşülmüş "Kanal İstanbul" gibi akla ziyan projelerden geri adım atma esnekliğinin Saray ve çevresi bakımından yitirilmiş bulunmasıdır. Bu koşullarda oluşacak şok dalgaları, kamu maliyesi üzerinde kalıcı hasarlar bırakacaktır.

Kötü yönetim ve kötü kararlardan kaynaklanan nedenler ayıklansa bile, mevcut koşullarda sıradan araçlarla kamu açıklarının üstesinden gelinemez.

Üstelik bu durumun birkaç ayla sınırlı kalacağına dair beklentiler şimdiden çökmüştür. AKP Türkiye’si, Çin tipi bir toparlanma fırsatına sahip değildir. Kaldı ki dünya ekonomisinin derin bir daralmaya sürükleneceği koşullarda tekil ülkelerin başarıları da onları krizin etkilerinin dışında tutamayacaktır.

Türkiye, başta özel sektörü olmak üzere, bir de dış borçlarını çevirme sorunlarıyla karşı karşıyadır. Yabancı sermaye Türkiye'den hızla çıkmaya çalışırken, dışardan sermaye girişleri de tıkanmaktadır. Bu durumda dış borçlanma hatlarının açık tutulması artık çok zor veya çok yüksek maliyetlidir. Bugünkü kontrolsüz sermaye hareketleri rejimi altında bunun hızla bir borç krizine evrilmesi beklenecektir.

cifte-kriz-ve-sinifsal-refleksler-707585-1.
Sağlıkta sürveyans sistemini uygulama becerisine sahip olmayan azgelişmiş iktidar anlayışı, kişilerin mahremiyetini/ özgürlük alanlarını hiçe sayan bir 'sürveyans devleti' kurma konusundaki maharetini sergilemekten uzak durmayacaktır.


SERVET VERGİSİ GETİRİLMELİ

Peki ne yapılacak, ne yapılabilir?

1- Enflasyon kaygısına teslim olmadan Merkez Bankası'nın Hazine'yi fonlaması (kısa vadeli avans vermesi yani açıktan para basması) sağlanmalıdır.

2- İşsizlik Sigortası Fonu (İSF) kaynakları tamamen istihdam/ ücret kayıplarının telafisi için kullanılmalıdır.

3- Akım gelirler tıkandığı için stok gelirler yani servetler üzerine olağanüstü bir servet vergisi getirilmelidir (En zengin yüzde 1'lik kesimin toplam servetlerin yüzde 54'üne sahip olduğu bir ülkede bunun hem iktisadi hem ahlaki zemini hazırdır).

4- Bazı kamu taahhütleri gözden geçirilmeli, örneğin normal zamanlardan daha fazla bütçeye yük bindirmeye başlayan geçiş garantili köprü, tünel, yol imtiyazları kaldırılmalı, kamulaştırma da hedeflenmelidir; (Anayasa'nın uluslararası tahkimi öngören düzenlemesi kaldırılmalıdır); Kanal İstanbul Projesi, süresiz iptal edilmelidir.

5- Sermaye hareketleri kontrol edilmeden kamu maliyesi krizinin ve borç krizinin aşılması mümkün olamayacağı için ilgili yasada (TPKKK) acil bir düzenlemeye gidilmelidir (Bu çerçevede dolarizasyon da sınırlandırılacaktır).

Tabii iktidar aklı, başka önceliklere de meyledebilecektir: Özel döviz tevdiat hesaplarına göz dikmek; İş Bankası gibi göz koyduğu bir bankaya el koymak; İSF için olduğu gibi Bireysel Emeklilik Sigortası fonlarının da tamamen kamu iç borçlanmasına tahsisini sağlamak; diğer yollarla da iç borçlanmaya yüklenmek (ama bu, özel kesimin borç bulmasını iyice güçleştireceği gibi, faiz oranlarını da sıçratır); IMF'ye başvurarak geçici bir rahatlama sağlamak (ama neo-liberal reçeteden çözüm beklemek artık umarsız bir tavırdır); şimdiye kadar yaptığı gibi, herkesi başının çaresine bakmak üzere Allah'a/kaderine havale etmek... Kuşkusuz MB'nin genişleyici para politikası (para basması), iktidarın da sonunda başvurmak zorunda kalacağı bir seçenektir.

SERMAYE ELİNİ TAŞIN ALTINA KOYMALI

Siyasal İslamcı iktidar, herkesi evde oturmaya davet ederken, bu dönemi atlatacak hiçbir birikimi olmayan onmilyonlarca insanın geçim koşullarını es geçmektedir. Kaldı ki mevcut neo-liberal politika setinin dışına hızla çıkma seçeneğini kullanamayarak, duruma çare olabilecek politika araçlarını da harekete geçirememektedir.

Sermayenin tavrı ve korkuları da bununla ilişkilidir: Çalışanlarının belirli bir süre evde kalmasının pandeminin önlenmesinde kesin ve hızlı çözüm için şart olduğunun farkındalar ama eğer kendi işkolları evden çalışmaya uygun değilse, örneğin fabrikada makina başı üretim söz konusuysa, o zaman işyerlerini kapamayı göze almadan herkesin evde oturması opsiyonunu savunamamaktalar. Eğer şartlar daha fazla zorlarsa, o zaman çalışanlarının bir bölümünün korunabilmesi için kısa çalışma ödeneğinin daha yaygın ve daha orta vadeli çalıştırılmasını isteyeceklerdir. Eğer devlet ve sermaye, sosyal tepki korkuları nedeniyle, işten çıkarmaları sınırlamak gibi önlemlere yönelirse o zaman sermaye devletten ücret ödemelerinin karşılanmasını talep edecektir. Buna bizim bir itirazımız yok ama sermayenin de elini taşın altına koymasını sağlamak koşuluyla.

Bir başka olasılık, çifte krizin derinleşmesi karşısında, başta sağlık sektörü olmak üzere, özel sektörün stratejik kabul edilen veya zor durumdaki bazı üretim birimlerinin kamulaştırılmasının gündeme gelmesi. Bunlar, eğer ücretsiz kamulaştırmalar biçimini almayacaksa -ki AKP yönetimi altında pek zordur- ve üstelik bunlara iktidar yandaşı şirketlerin kurtarılması da eşlik edecekse, çok büyük bir fatura da buradan doğacaktır.

Ama burada bir paradoks ortaya çıkacaktır ve en bilinçli sosyal sınıf olan sermaye sınıfının sezgileri herkesten önce bunun farkına varacaktır: Devlete bu kadar yük yüklenmesi, önünde sonunda devletin sermayeye "Pamuk eller cebe" demesine yol açacaktır. Sermayenin orta vadede en büyük korkusu bu olacaktır. Bu yüzden şimdiden yurtdışına sermaye/servet kaçırmaların yolları ardına kadar açılmıştır.

"Pamuk eller cebe" şiarını kuşkusuz iktidardan önce muhalefet ve özellikle sosyalist muhalefet dillendirmelidir. Bu hem zor durumdaki şirketlere (teşvik veya kamulaştırma babında) kamusal kaynakların aktarılması söz konusu olduğunda, hem de kamunun genel işletim maliyetlerinin çok yükseldiği ve kamu harcamalarının finansmanının zora girdiği durumlarda dile getirilmelidir. Daha öznelleştirelim: Bir şirketin sahipleri şirketlerinin kurtarılması için devletten fon talep ediyorlarsa, şirket ortaklarının servetlerinin bu işe tahsis edilmesi dışında çözüm olmadığının gösterilmesi ve devletin bunu şu veya bu yolla uygulayabilmesi gerekebilecektir.

KAMULAŞTIRMA BİLMECESİ

Dünyada hızlanacak gibi gözüken, Türkiye'de de bazı örnekleri oluşabilecek olan kamulaştırmalara, neo-liberal birikim tarzının aşılmasının simgeleri bağlamında çok bel bağlamamak gerekir. Gerçi gelişmiş ülke örneklerinde sağlık gibi bazı kamusal hizmet alanlarındaki kamulaştırmalar, toplumsal tepkiler nedeniyle, kalıcı özellikler taşıyabilecektir. Ama diğer alanlarda, özelleştirmeler bir süre sonra yeniden gündeme gelebilecektir. Bu, sermaye-içi transferlere yol açsa da, sonuçta sermayenin değerlenme sorunlarının kamu eliyle çözülmesinden başka anlama gelmeyecektir.

Türkiye açısından durum hem buna benzeyebilir hem de epey farklılaşabilir. AKP iktidarı, örneğin sağlıkta kısmi bir kamulaştırmaya gitse bile (ki bunu dönemi atlatmak için bazı şirket sahipleri de geçici olarak isteyebilir) sonuçta bu sağlık şirketlerinin tekrar eski sahiplerine döndürülmesi için elinden geleni yapacaktır. Bunun nedeni, AKP iktidarı bileşenlerinin -buna Saray'ın bakanları yanında Saray ve çevresindeki aileler de dahildir- açık veya örtük olarak ama dolaysız bir biçimde sermayedar konumuna gelmiş olmalarıdır. İnşaat, arsa spekülasyonu, ulaştırma, turizm gibi alanlar yanında sağlık ve eğitim gibi temel kamusal hizmet alanları da özel ilgi duydukları, kamu kararlarıyla kârlılıklarını arttırabildikleri/talebi yönetebildikleri özel girişim türlerindendir. Sermayedar- siyasetçi özdeşleşmesindeki artan yoğunluk, gelişmiş dünya ülkelerinden ziyade üçüncü dünya ülkelerinin 'başkancı' rejimlerini anımsatmaktadır. Bu, AKP döneminde devletteki dönüşümün rotayı daha ilkel devlet türlerine doğru kırdığının da bir başka göstergesidir.
Bu çürümüş yapıya ayrıca bir 'gözetleme devleti'nin yeni unsurlarının eklenmesi de şaşırtıcı olmayacaktır. Sağlıkta sürveyans sistemini uygulama becerisine sahip olmayan azgelişmiş iktidar anlayışı, kişilerin mahremiyetini/ özgürlük alanlarını hiçe sayan bir 'sürveyans devleti' kurma konusundaki maharetini sergilemekten uzak durmayacaktır.

Ama unutmayalım: Faşizme karşı direnmek siyasal, toplumsal ve anayasal bir hak ve görevdir.