Sosyal demokrat ve yeşillerin, merkez sağ ve liberallere Almanya’nın bir “göç ülkesi“ olduğunu kabul ettirmeleri onlarca yıl sürmüştü. Sosyalistlerin zaten dünya görüşlerinin gereği zaten başından beri savundukları bu gerçeği muhafazakarlar ve liberaller de sonunda içlerine sindirmeseler de 2000’li yılların başından itibaren de kabul ettiler.

Tabii bu adımı, göçmenlerin “eşit haklar“ mücadelesine bir katkısı olsun diye ya da ülkeye “barış içinde bir gelecek“ armağan etmek düşüncesiyle değil, esas itibarıyla sanayi ürünleri ihracatıyla yaşayan ve sürekli zenginleşen iş dünyasının baskısıyla attılar. Ama nedeni ne olursa olsun, bu ileri bir adımdı. Böylece 1998 yılındaki “vatandaşlık reformu“nu engellemek için sürdürdükleri ırkçı, yabancı düşmanı kampanyayı bir nebze olsun unutturabilmişlerdi. Hatta bu tutum değişikliğini sözkonusu düşmanlık politikasının bir “özeleştirisi“ olarak kabul eden çok sayıda göçmen kökenli genç de bunun ardından Hıristiyan birlik partileri (CDU-CSU) içinde politika yapmaya başlamışlardı. Hatta bu dönemde, Türkiye kökenli göçmenlerle yakın ve samimi ilişkileri, insani halkçı tavırları nedeniyle kendisine “Türk Armin“ lakabı takılan bir politikacı (Armin Laschet) parti içinde hızla kariyer yapıp, sonunda birliğin büyük parçasını oluşturan CDU’nun (Hıristiyan Sosyal Birlik) genel başkanlığına kadar yükselmiş, geçtiğimiz yılki genel seçimlerde birlik partilerinin ortak başbakan adayı olabilmişti.

***

Laschet, seçim kampanyası sırasında yaşanan sel felaketindeki başarısız ve talihsiz tutumu olmasıyla büyük bir olasılıkla bugün Federal Almanya’yı yöneten Hıristiyan demokrat-yeşil koalisyon hükümetinin başında olacaktı. Angela Merkel’in 16 yıl boyunca oturduğu federal başbakanlık koltuğuna o oturacaktı. Ve başından beri desteklediği, Kuzey Ren Vestfalya Başbakanlığı döneminde müsteşarlığa atadığı Serap Güler de belki bu hükümetin göçmenlerin entegrasyonundan sorumlu bir bakanlığına atanacaktı.

Ama öyle olmadı, bilindiği gibi sosyal demokratlar seçimi birinci parti olarak kazandılar ve yeşillerler, liberalleri yanlarına alarak yeni hükümeti kurdular. Kendilerini “ilericiler koalisyonu“ olarak tanımlayan bu ortaklığın hükümet programında gerçekten “ilerici“ konular vardı.

Bunlardan biri göçmenlere “çifte vatandaşlık“ hakkı tanıyan bir vatandaşlık reformu…

Diğeri de milyonlarca yoksul, işsiz insanın durumunu bir nebze olsun iyileştirecek, devletten aldıkları “sosyal yardım“ı temel bir “hak“ olarak görebilecekleri “vatandaşlık parası“ reformuydu.

SPD ve Yeşillerin ısrarla savundukları, liberal ortaklarının “neo liberal“ itirazlarıyla iyice tırpanlayarak hazırladıkları “vatandaşlık“ parası sonunda bir yasa teklifi halini alıp, Federal Meclis’in gündemine gelmişti.

Almanya’da bir yasa teklifinin kabul edilip, yürürlüğe girebilmesi için Federal Meclis’te (Bundestag) kabul edilmesi yeterli değil. Hükümet ortaklarının buradaki çoğunluğu, yasa çıkarabilmek için yetmiyor. Eyalet hükümetlerinin temsilcilerinin oluşturduğu Eyaletler Meclisi’nin ya da Konseyi’nin (Bundesrat) bu yasayı oyalaması gerekiyor. Ve bu ikinci yasama platformundaki şu anki çoğunluk aritmetiği, hükümet partilerinin bir yasa çıkarabilmek için muhalefetteki merkez sağ partilerle uzlaşmasını gerektiriyor.

Onlar da tabii ki bu durumdan yararlanıyorlar. Sonuçta geçtiğimiz haftalarda uzun yıllardır üzerinde konuşulan, ülkedeki devletin sosyal yardımlarına bir çeki düzen verip, vatandaşın eline geçen miktarı biraz olsun artıran, bunu alabilmek için gerekli koşulları biraz kolaylaştırıp, bürokrasisini azaltan “vatandaşlık parası reformu!“ yasalaştı. Ama hükümet Hıristiyan demokratlarının itirazlarını da dikkate almak zorunda kaldı. Ve yasa kelimenin tam anlamıyla kuşa çevrildi. Artık kimse bir “reform“dan söz etmiyor. Uzlaşıyla çıkan yasanın, isim değişliği hariç daha önceki uygulamalardan büyük bir farkı yok.

Aynı durum birkaç gün önce gündeme gelen “vatandaşlık reformu“ için de geçerli. Hatta daha kötü.

Konu geçtiğimiz hafta Federal Başbakan Olaf Scholz’un açıklamasıyla gündeme geldi. Scholz, Alman vatandaşlığına geçiş koşullarının kolaylaştıran, “çifte vatandaşlığı“ kabul eden bir reform için kararlı olduklarını açıkladı. Geçtiğimiz yıl sonunda kurulan üç ortaklı koalisyon hükümetinin programında bu zaten vardı.
Elbette CDU-CSU’nun buna itiraz etmesi bekleniyordu. Öyle de oldu. Aradan geçen çeyrek yüzyılın onları bu konuda biraz olsun yumuşattığına dair bekentiler de boşa çıktı. En yetkili ağızlardan yapılan açıklamalar bu cenahtakilerin “Alman vatandaşlığı“nı bir hak değil, bir “lütuf“ olarak görülmesini beklediklerini bir kez daha gösterdi.

Ama durumun “daha da kötü“ olmasının nedeni, sağcıların itirazı değil.

İlk itiraz onlardan değil, hükümetin üçüncü ortağından, sözkonusu reformun hükümet programında yer almasını kabul eden liberallerden geldi.
Almanya’nın gerçek ilericilerinin uzun yıllardır gündemlerinde olan “vatandaşlık reformu“ girişimi bir kez daha fiyaskoyla sonuçlanabilir.

***

İlginç olan liberallerin itirazını dile getirme görevini de partileri FDP’nin (Hür Demokrat Parti) Genel Sekreteri Bijan Djir-Sarai üstlendi. “Şimdi zamanı değil“ diyerek, hükümet içinde yeni bir çatlağın işaretini veren Djir-Sarai de göçmen kökenli bir Alman vatandaşı. İran yasaları hiç bir kimsenin vatandaşlıktan çıkmasına, çıkarılmasına izin vermediği için, otomatikman hem Almanya’nın, hem de İran’ın vatandaşı. Yani çifte vatandaş. Ama diğer göçmenlerin de çifte vatandaşlığa geçme hakkına kazanması için gerçekleştirilmek istenen reforma karşı çıkanların en başında…

Yabancı düşmanı politika için ön saflara yabancı kökenli kendi adamlarını sürmek liberallerin son zamanlarda başarıyla uyguladıkları bir taktik.
Frankfurt’un sosyal demokrat ve “Türk dostu“ Büyükşehir Belediye Başkanı Peter Feldmann’ı devirmek için yürütülen kampanyanın başında da bu parti içindeki Türkiye kökenli politikacı Yankı Pürsün yer alıyordu.

Almanya’nın gerçek ilericilerinin uzun yıllardır gündemlerinde olan, iş dünyasının da ekonomik zorunluluklar nedeniyle desteklediği “vatandaşlık reformu“ atılımı bir kez daha fiyaskoyla karşılaşabilir.

Hükümet ortağı parti buna karşı.
Hıristiyan demokratlar zaten karşı.

Ancak şunun da farkındalar: Sadece Almanya’nın bir “göç ülkesi“ olduğunu kabul etmek yeterli değil. Eninde sonunda her yıl onbinlerce “yetişmiş işgücü“ne ihtiyacı olduğunu da kabul etmek gerekiyor. İçlerine sindiremeseler de.

Yaşlanan nüfusu ve doğum oranının düşüklüğü nedeniyle Almanya’nın 2035 yılına kadar 7 milyon kişilik işgücünü yitireceği tahmin ediliyor. Şu an ülkede 1,8 milyon kişilik istihdam olanağı var, çalışacak kimse bulunamıyor. İş ve İşçi Bulma Kurumu’nun (İş Ajansı) tahminlerine göre her yıl dışarıdan 400 bin kişilik istihdama ihtiyaç var. Sadece IT uzmanı ihtiyacı 137 bin olarak tahmin ediliyor.

Almanya’nın bu açıklarını kapayabilmesi için ülkedeki koşulları özellikle gelişmekte olan ülkelerin yetişmiş işgücü için çekici hale getirmesi gerekiyor. Yıllardır bu doğrultuda atılan tüm yasal atılımlar sonuç getirmedi. Çünkü sadece Almanya’nın değil, diğer zengin kapitalist ülkelerin de yetişmiş işgücüne ihtiyacı var ve o ülkelerdeki koşullar Almanya’dakinden çok daha çekici.

Dolayısıyla Almanya’nın hem burada yetişen göçmen kökenli işgücünü elinde tutabilmek, hem de ülke dışından yetişmiş işgücü alabilmek için çekici olmak istiyorsa vatandaşlık mevzuatını çağdaş koşulların gerektirdiği biçimde reforme etmesi gerekiyor. Tabii bu bir yandan da Türkiye gibi ülkelerdeki ağır baskıcı rejimlerden, yaygın yolsuzluk ve nepotizmden kaçmaya hazır bekleyen iyi eğitimli genç işgücü için çekicilik anlamına geliyor. Yani Almanya’nın çağdaş vatandaşlık reformunu gerçekleştirmesinin bir sonucu gelişmekte olan ülkelerin yaşadığı “kan kaybı“nın sürmesi olacak.

***

Sosyal demokratlar ve Yeşiller’in vatandaşlık konusundaki reform atılımı, Almanya’daki Türkiye kökenli göçmenlerin en büyük çatı örgütü TGD (Almanya Türk Toplumu) tarafından da destekleniyor. TGD Başkanı Gökay Sofuoğlu, Başbakan Scholz’un açıklamalarını şöyle yorumlamıştı:

“Almanya’da şu an yürürlükte olan Vatandaşlık Yasası günümüz gerçekleriyle bağdaşmıyor. Yasada köklü bir değişim kaçınılmaz. Daha fazla yurttaşın politik katılımının sağlanması için köklü değişiklikler şart. Hükümetin planlarına bizden tam destek.“

Bakalım bu süreç nasıl gelişecek.

Liberaller ve Hıristiyan demokratların itirazları bu reform hazırlıklarının da 23 yıl önce olduğu gibi geniş halk yığınlarının göçmenlere karşı politize edildiği çirkin bir kampanyaya dönüşebilir mi göreceğiz?

CDU’nun “Trump özentisi“ Genel Başkanı Friedrich Merz, bu yolda ilerlemeye kararlı görünüyor. Çünkü buradan uzun yıllardır beklediği siyasi zaferi kazanabilir. 1988’deki vatandaşlık reformu girişimleri sırasında da öyle olmuştu.

Hıristiyan demokratlar 16 yıllık iktidarlarını yitirmişler, hükümete gelen sosyal demokrat ve yeşiller ortaklığının bedeli ne olursa olsun engellemeye çalışıyorlardı.
Çifte vatandaşlığa yeşil ışık yapan, Alman vatandaşlığı için “kan bağı“nın değil, “doğumun gerçekleştiği yer“in temel olmasını öngören reform, Hessen eyaletindeki seçimlerin arefesine denk geliyordu. Burada muhalefette olan sağcılar, başbakan adayları Roland Koch’un liderliğinde kısa zamanda tüm Almanya’ya yaygınlaşan “çifte vatandaşlığa hayır“ kampanyasını başlattılar. Milyonlarca Alman, göz açıp kapanıncaya kadar “Türklere karşı“ bir kampanya halini alan bu etkinliklere coşkuyla katıldı. Böylece o zamana kadarki tüm kamuoyu yoklamalarına göre seçimi kazanma şansı olmayan Hıristiyan demokratların şansı döndü. Liberalleri de yanlarına alarak, uzun bir aradan sonra Hessen eyaletinde yeniden yönetimi devraldılar. O günden itibaren 15 yıl boyunca Almanya’nın bu zengin eyaletini onlar yönetti. 2014’ten bu yana da devam ediyorlar hükümette olmaya, ama bu arada ortaklarını değiştirdiler, sekiz yıldır Yeşiller’le birlikteler.
Ama bu arada biraz olsun değişti. Parti içinde kariyer yapan göçmen kökenli politikacı var. Bunlardan biri de geçen eylülde federal milletvekili olarak seçilen Serap Güler. Liderleri Merz’in stratejisini ne kadar destekleyebilirler belli değil.

Ancak son yıllarda pandemi önlemleri, Ukrayna savaşı, enflasyon, enerji sıkıntısı gibi sorunlar nedeniyle gündemden düşün göç, göçmenler, Alman vatandaşlığı konuları yeniden öne çıktı. Ve bu konudaki tartışmalar iç barışı tehlikeye atacak bir seyir alabilir.