Zamanı paketler halinde satın alıyoruz; saatlik, günlük, haftalık, aylık, yıllık paketler. Bedenlerimiz zaman paketleri içinde hapsedilmiş; ömrümüz paketler içinde geçiyor. Hayat ham olarak değil de işlenip paketlenmiş olarak sunuluyor önümüze. İşlenmemiş haliyle ne zamanı ne de mekânı tanıyoruz. Kimine göre ham hâliyle hayat, çiğ tavuklara benziyor. Bir hafta sonunu geçirmek üzere kıra davet edilen Max Jacop yarı şaşkın, yarı kızgın şöyle cevap vermiş: “Kır mı? Hani şu tavukların çiğ dolaştıkları yer mi?” Çiğ hayat canınızı sıkabilir. Aldous Huxley’e göre “İşlenmemiş haliyle varoluş her zaman birbirini izleyen baş belası bir şeydir... kurmacanın birliği var, biçimi var”. Haklı; çiğ olarak deneyimlenen hayat, birbirinden kopuk olarak algılanan parçalarsa, parçaları bir araya getirip biçimlendiren ve soslayan birilerine ihtiyacımız var. Ve bu birileri, bu parçaları bizim yerimize işleyip paketlediklerinde, önümüze konulanları sorgusuz sualsiz hayat diye tüketiyoruz. Üstelik paketlenmiş kurmacalar üzerinden hayata dair çözümlemelerde bulunuyor ve kurmacalara bakarak hayatları yargılıyor ve giderek daha fazla kurmacaların içine gömülüyoruz. iktidara kalsa hakiki hayat, hakikat dediği kurmaca paketinin içinde yaşanandır.

Yeni yılı açtığımız ân büyüsünü yitirdi, bütün paketlenmiş tüketim malları gibi. Tüm numarası ambalajındaymış meğer. Paketin içinden çıka çıka, yine tatsız tutsuz, yavan bir hayat çıktı; her günün birbirine benzediği, hep aynının durmadan geri geldiği kupkuru bir hayat. Anlayacağınız 2021’i de tükettik, yeni paketlere bakalım. Zamanı ve mekânı, yani hayatın kendisini işlenmiş ve paketlenmiş ürünler hâlinde tükettikçe, her paket açıldığında hayal kırıklıkları yaşamamız ve bir sonraki paketi umutla beklememiz kaçınılmazdır. Oysa hayatı hazır ambalajlı bir mamul olarak almak yerine, biz işleyebilir, hayatı tüketmek yerine üretebilirdik; Nazım Hikmet’in Şeyh Bedrettin Destanı’nda söylediği gibi: “demiri bir oya gibi işleyip hep beraber,/hep beraber sürebilmek toprağı,/ballı incirleri hep beraber yiyebilmek...” Hayatı bir oya gibi işleyebilir ve hep birlikte sevinç üretebilirdik. Fakat kendini toplumsal bedenin beyni olarak ilan eden iktidar, toplumun geri kalan kısmını salt bedensel işlevlerle donatınca biz akılsız bedenlere düşen, algıları işleyip paketleyen iktidarın mamullerini hakikat olarak kabullenmek ve ürettiği kurmacaları hayat olarak tüketmektir. İktidar bedenlere ve algılarına asla güvenmez. Biz de öyle, bedenlerimize olan güvenimizi yitirdik.

Algılayan beden ile algıları işleyip paketleyen zihin arasında yapılan bu ayrım, felsefe tarihini boydan boya katetmekle kalmadı; toplumsal bedenin zihni olmaya hevesli despotları da meşrulaştırdı. Hayatı birbiri izleyen baş belası şeyler olarak deneyimleyenler, bedensel algılarına gömülü olarak yaşayanlar ile algı verilerini işleyip paketler halinde hakikat olarak sunanlar. Önce bedenin algı verilerini topladığına ve ardından da zihnin bu verileri işleyip anlam paketleri haline getirdiğine yönelik algı psikolojisindeki bu dogmatik düşünceyi yerinden eden Rudolf Arnheim’ın Görsel Düşünme kitabı politiktir (Metis). Arnheim algının ve düşüncenin iki ayrı aşama olmadığını, algılama ile düşünmenin iç içe geçtiğini, düşünmenin daha ilk anda görme duyusu ile başladığının altını çiziyor. Toplumsal bedeni oluşturan her beden algıladığı an düşünce üretme kapasitesine, hayatı işleme yeteneğine sahiptir. Kendimize olan güvenimizi yitirdik; hayatı birlikte işlemek yerine, iktidar tarafından işlenmiş ve paketlenmiş hakikat paketlerini tüketiyor ve hep birlikte tükeniyoruz.

Bir beyni bile olmayan solucan karşılaştığı problemlere doğaçlama çözümler üretirlerken, 1400 gramlık beyinleriyle bizler, kendi algılarımıza değil de iktidarın ürettiği işlenmiş algı mamullerine güvendiğimize ve paketlenmiş hayatların içine yerleştiğimize göre, tüm çizgisel anlatılar gibi çizgisel evrim anlatısı da yalandır; çizgisel perspektifin, çizgisel zaman ve mekânın yalan olması gibi. Hayatın yolları durmadan çatalanırken, çizgisellik bizi kadrajların, paketlerin içine kapatıyor. Solucanlar ve tavuklardan öğreneceğimiz ne çok şey var; pişmiş değil, çiğ tavuklardan.