23 Aralık 2004’tü. Gazete çıkalı 8 ay 9 gün olmuştu. Ona 1, 2, 3, hadi en fazla 6 ay ömür biçenler neredeyse zil takıp oynayacaklardı ki BirGün’ün birinci sayfası “ÇIĞLIK” manşetiyle çıktı. Siyah zemin üzerine atılmış manşetin hemen altında “Bu, gazeteciliğin imdat çığlığıdır!” yazıyordu.

O gün “imdat” diyen dayanışma çağrımızın nedeni yapmaya çalıştığımız bağımsız gazetecilik nedeniyle boğulmak istenmemizdi. “Karşımıza bin bir engel çıkartıyorlar. Devlete milyonlarca dolarlık borçları olanların borçları ertelenir, ödeme kolaylıkları sağlanırken, biz her gün kağıt parasını peşin ödeme baskısıyla karşılaşıyoruz. Bilgisayarlarımıza haciz konmaya kalkışılıyor” demiştik.

Gazeteye bizzat gelerek ve “Ne yapabiliriz?” sorularıyla telefonlarımızı kilitleyerek dayanışma sergileyen okurlarımızın, bağımsız gazeteciliği önemseyenlerin desteğiyle geldik bugünlere…

O manşetin atıldığı gün, öğle saatleriydi, Ankara büromuzun telefonu çaldı. Karşımda Uğur Dündar vardı. Kısa bir konuşma geçti aramızda, ama net: “Ne lazımsa” dedi, “Ne yapabilirsem!” Tüm içtenliğiyle el uzatıyordu ÇIĞLIK atan BirGün’e.

O günden beri, benim için Uğur Dündar odur. Sadece kendi gazeteciliğini değil, bağımsız bir gazetenin yaşamasını da dert edinen ve samimiyetle el uzatan bir gazeteci!

Bunu yıllar önce TRT’de bir programda anlattım, ama burada da yazmazsam borçlu kalırdık!

Öyle bir çürüme yaşatıldı ki memlekete, insan ilişkilerini de kokutan; ne vefa denen şeyden eser kaldı, ne güvenle sırtını dayayacağın dostluklardan. En yakınına kuşkuyla bakan, “Hayır, o asla böyle bir şey yapmaz” diyemeyen bir koma halinde insanlığımız.

Onca yıl yaptıklarınız, ettikleriniz, yazıp çizdikleriniz sizi tanımlamaya yetmiyor da, bir söylentiyle, bir duyumla olanca kötücüllüğüyle en yakınınız vurabiliyor size!

Çok şeyi var düzeltilmesi gereken memleketin, zehirlenmiş ve çürümekte olan insanlığımız da onlardan biri. Bir de gazetecilik!

Dün BirGün’dü ÇIĞLIK atan; “Bu gazeteciliğin imdat çığlığıdır!” diyerek, bugün ortaya saçılan ve hiçbir şekilde gazetecilik denemeyecek onca pislikten sonra çığlık gazetecilikten yükseliyor. İktidar, sermaye ve mafyöz ilişkiler elinde can çekişen meslekten…

Neyse ki ve hâlâ her şeye rağmen mesleğimiz adına umut olan genç arkadaşlar var. İsmail Saymaz onlardan biri…

Veyis Ateş’le yaptığı programı, şöyle mi olmalıydı böyle mi olmalıydı, akladı mı pakladı mı diye değerlendirmeyi saçma buluyorum. Soylu ile çıktıkları programdan da dersler çıkararak, BBC’nin Hard Talk’unu (Sert/Çetin Sohbet) andıran bir söyleşi yaptı Veyis Ateş’le.

Habertürk’ün Soylu ile yaptığı canlı yayını, gazetecileri de kendi belirleyerek Bakan’ın bizzat planlayıp Veyis Ateş’e organize ettirdiğini Ateş’in ağzından duyduk o akşam.

Gri pasaportla insan mı kaçırıldı, Peker’in iddiaları mı konuşuluyor, tarikatlar ya da SBK mı gündemde, hepsinde konuşulması ve konuşturulması gereken insanlara gitti Saymaz. Gazeteciliğin en yapılamaz hale geldiği şu günlerde hala gazetecilik yapılabildiğini gösterenlerden biri oldu.

Gazeteci herkesle konuşur… Tabii sorulması gerekenleri sorarak! “Gazetecilik tarafsız ve önyargısız olmayı gerektirir”, diyen Robert Fisk’in harika eklemesiyle “ama acı çekenlerin safında!

Şimdi “çığlık” atan da bu işte, böylesi bir gazetecilik… Gerçek gazetecilik de sadece “böylesi” zaten.

Daha yaşanılır bir Türkiye istiyorsak, “gazeteciliğin imdat çığlığı”nı da duymak zorundayız! Acı çekenlerin safında durarak tarafsız ve önyargısız gazetecilik yapmaya çalışanlara, bunu başaranlara el uzatmalıyız.

Onlar da olmazsa, yarınlara umutla bakmak çok daha zor olacaktır!