Yangınları tahmin etmek ve doğru bir şekilde öngörmek mümkün mü? Çünkü sadece Türkiye değil, dünyanın her bir köşesindeki ormanlar, küresel iklim değişiminin bir sonucu olarak artan yangın riskiyle yüzleşiyorlar.

Çıkan yangınları öngörebilmek
Fotoğraf: AA

Yazın kavurucu sıcaklarının erkenden gelmesiyle birlikte yangın sezonu da olanca gücüyle açıldı. Marmaris’te, ilk gün “Sabaha kadar kontrol altına alınmış olur” denen bir yangın, 4-5 gün boyunca söndürülemedi ve Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Öğretim Görevlisi ve özellikle de karakulak popülasyonlarına odaklanan bir yaban hayat araştırmacısı olan Dr. Yasin İlemin’in bölgede yaptığı incelemelere göre, Bördübet Yaban Hayatı Geliştirme Sahası’nın yüzde 90 kadarı kaybedildi. Bölge, alanda yapılan akademik çalışmalar sonucunda tespit edilen karakulaklar, bozayılar, kurtlar ve su samurları gibi nadir canlıların varlığının tespit edilmesi sonucunda daha sadece 2020 yılında bu unvana kavuşmuştu.


Bu kadar bariz bir sonun bu kadar engellenemez olması ise birçok kişi için şaşırtıcı gelebilir. En nihayetinde İstanbul Üniversitesi akademisyenlerinden olan, Türkiye Ormancılar Derneği Bilim Kurulu Üyesi Doç. Dr. Cihan Erdönmez, geçen seneki felaket dönemini haftalar öncesinden tahmin etmiş, Yeşil Gazete’de yayımladığı “Son Orman Yanmadan” başlıklı yazısında bahar aylarına aldanmamak gerektiğini, orman yangınlarının kapımızda olduğunu anlatmıştı. Sonrasında olanları (umuyorum) hâlen hatırlıyoruz – ve “Herhalde artık bu sene aynı hatalar yapılmaz, aynı şeyler yaşanmaz” derken, Marmaris yangını alay eder gibi bir kez daha ormanlarımızı kasıp kavurdu. Bu yangınları izleyen birinin, “Hangi konuda geçmişten ders aldık ki bu konuda alacağız?” diyerek sitem etmemesi zor.

Peki bu işin bilimi ne durumda? Yani yangınları tahmin etmek ve doğru bir şekilde öngörmek mümkün mü? Çünkü sadece Türkiye değil, dünyanın her bir köşesindeki ormanlar, küresel iklim değişiminin bir sonucu olarak giderek artan bir yangın riskiyle yüzleşiyorlar (hem sayı hem şiddet bakımından). Ayrıca iklim kriziyle gelen denge değişimi, absürt geri bildirim döngülerini pekiştirerek hem biyoçeşitliliği yok eden hem de insanlar için yıkıcı sonuçlar doğuran devasa orman yangınlarını (veya bilimsel tabiriyle “mega yangınları”) çok daha olası hâle getiriyor.

Bu konuda neler yapılabileceği üzerine araştırmalar yürüten Yale Üniversitesi’nden bir grup bilim insanı, Güney Afrika ve Gabon’daki meslektaşlarıyla bir araya gelerek, dünyadaki yangın olayının yüzde 80'inden fazlasının meydana geldiği çimenli savan ekosistemlerinde, kasten 1.100'den fazla yangın çıkardılar! Bu kulağa çılgınca gelebilir; fakat araştırmacıların yaktığı alanlar, zaten hemen her yıl doğal nedenlerle düzenli olarak yanan alanlardı. Onların bu yangınları kendi elleriyle çıkarma nedeniyse, alevlerin ilk doğumundan sonra tam olarak nasıl geliştiğini saniye saniye gözleyebilmekti. Ne de olsa doğal nedenlerle başlayan yangınları ilk ânlarından itibaren gözlemek neredeyse imkânsız – ki araştırmanın amacı da bu imkânsızlığı bir nebze olsun azaltabilecek yöntemler geliştirmek…

Başlattıkları yangınları drone’lar ve kameralar kullanarak anlık olarak takip eden uzmanlar, birkaç gün önce Proceedings of the National Academy of Science dergisinde yayımladıkları sonuçları kullanarak, iklim bilimcilerin yangın rejiminde ne zaman ve nerede değişikliklerin meydana gelebileceğini ve bunların küresel iklim değişikliğini nasıl etkileyeceğini daha doğru bir şekilde tahmin etmelerine yardımcı olacağını umdukları bir modeli test etme imkânı buldular. Bu model, daha hâlen kurtulamadığımız COVID-19 pandemisi gibi salgınlardan ilham alıyor!

‘SIFIRINCI HASTA’

Araştırmacıları bu modele iten şey, bir yangının yayılmasının tıpkı bir salgının yayılmasına benzemesi oldu. Örneğin yangınlar da bulaşıcı hastalıklar gibi bir “Sıfırıncı Hasta”ya ihtiyaç duyuyor; yani hastalığı ilk kapan kişiye – ilk yanan ot parçasına… Bu hastalıklı kişinin bir salgına dönüşebilmesi için o hastayla temas eden yeterince dirençsiz insan olması gerekmesi gibi, yangınlar da yayılabilmek için belli bir “minimum yakıt miktarı”na ihtiyaç duyuyor. Ayrıca tıpkı pandemik salgınlarda da görüldüğü gibi, belli koşullar (örneğin aşırı bulaşıcı bir hastalığın doğmasını veya yayılımını önlemeyi umursamayacak kadar vurdumduymaz ve cahil toplumların varlığı), yangınların da yayılımına müthiş bir hız katabiliyor: Örneğin yangınların bilim ışığında denetim altında tutulmasını umursamayan veya mega yangınları önlemenin bugüne kadar denenmiş/sınanmış yöntemlerinden bihaber olan toplumların bulunduğu coğrafyalar, kontrolsüz yangın büyümelerine çok daha açık hâle geliyor. Benzer şekilde, daha önceden doğal nedenlerle veya kontrollü yangınlar yoluyla yanmış alanlar, yakıt yetersizliği dolayısıyla uzunca bir süre yangınlara “dirençli” hâle gelebiliyor – tıpkı bir hastalığı doğal yolla atlatanların veya vücutlarını patojenlerle aşılar yoluyla tanıştıranların sonradan yüzleşecekleri hastalıklara direnç kazanması gibi… Tüm bunlar ve daha da fazlası, yangın yayılımına yönelik genç teorilerimizin, epidemiyoloji konusundaki asırlara dayanan deneyimimizden ilham alabileceğini gösteriyor.

Bu modelden yola çıkan uzmanların en önemli bulgusu, yangınların sanılandan çok daha yüksek nem oranlarında da kolaylıkla yayılabildiği oldu. Çoğu durumda mega yangınların düşük nem yüksek sıcaklık kombinasyonuna ihtiyaç duyduğu varsayılsa da (ve bu şartlarda yangın riski kesinlikle artıyor olsa da) araştırmacıların gösterdiği üzere nemli koşullar da tutuşmakta olan savanaları durdurmak için yeterli değil. Çünkü başlangıçta ufak bile olsa bir yangın ilk başladığında, civarındaki sıcaklığı çok hızlı bir şekilde artırarak nemin buharlaşmasına neden oluyor ve bir sonraki yakacağı noktaları da kurutarak, yanmaya hazır hâle getiriyor.

Bu araştırma, sadece mega yangınlarla ilgili bilgiler sunmakla kalmıyor; aynı zamanda eskiden daha az yanıp da günümüzde daha çok yanan bölgelerde neyin değiştiğini anlamamızı sağlıyor. Örneğin Batı Amerika ormanları, Akdeniz ormanları veya Afrika savanaları gibi bölgeler, kolay kolay yanmayan bir durumdan, çok hızlı tutuşabilir bir duruma çok hızlı ve beklenmedik bir şekilde geçebiliyor (ve bunun tam tersi de geçerli). Bu eşiklerin neye göre belirlendiğini anlamak, hangi yıllarda veya hangi şartlarda daha büyük yangınlar yaşanacağını kestirmeyi kolaylaştırabilir.

Uzmanların bulgularına göre yağlı biyokütle yakıtlarının artması, nem oranları ve hava sıcaklığı arasındaki ilişkiler, bu eşiklerin nerede olacağını belirliyor – ki bu bulgular önceki araştırmalarla da uyumlu gözüküyor. Ne yazık ki araştırmacıların bulduğu üzere bu eşiklerin aşımı kademeli bir süreç değil; çok seri bir şekilde yaşanıyor ve bu nedenle eskiden görece yangına dirençli olan bölgeler bile, çok hızlı bir şekilde ölümcül yangın bölgelerine dönüşebiliyor. Araştırmacılar, günümüzde kullanılan yangın modellerinin çoğunda bu eşiklerin modellenmiyor oluşunun büyük bir problem olduğunu söylüyorlar.

KARBONUN ETKİSİ

İşleri daha da karıştıran bir problem, yangınlarla birlikte etrafa saçılan karbonun da yangın dinamiklerini değiştiriyor olması. Yani bir bölgede yangınlar yaşandıkça, o bölgede sonradan yaşanacak yangınların ne tür özelliklere sahip olacağını kestirmek de zorlaşabiliyor.

Elbette küresel iklim krizi de işleri daha da çorbaya çeviriyor: İklim krizi, aslen yanmaya daha açık olan belli coğrafi bölgelerde (mesela Afrika savanalarında) yanabilir malzemenin azalmasına neden olurken, Akdeniz ve Batı Amerika gibi yerlerde yanabilir malzemenin artmasına neden oluyor. Bu da ölümcül yangınların yaşanma ihtimalini artırıyor.

Sanıyorum burada anlamamız gereken en kritik nokta şu: Bir “eşik”, iki yöne doğru da çalışabiliyor. Eşikler aşıldığı için ölümcül yangınlara açık hâle gelen coğrafyaları, bilimin ışığında, doğru müdahalelerle dönüştürerek, o eşiklerin altına tekrar düşmelerini sağlayabiliriz.

Yoksa daha çok yanacağız.