Bir haftaya kaç gündem sığar? Gül röportajı, önce Gezi davasından gelen beraat kararı, ardından Kavala’nın akıllara zarar bir biçimde yeniden tutuklanması, AKP’nin göz koyduğu İş Bankası hisseleri, Libya’ya dair iddialar, İdlib’de yaşamını kaybeden askerler… Bu kadar başlık aynı anda kulaklara dolunca kafaların karışması doğal. Atlantikçiliğe geri dönüldü, “liberalleşme” kapıda diyenler de var, Suriye’deki gelişmelere bakıp üç vakte kadar OHAL ilân edilir diyen de. İktidar CHP’ye operasyonun büyüğünü yapacak kehanetinde bulunanlar bir yanda, AKP’liler iyice birbirine düştü iflas yakın müjdesi verenler diğer yanda.

Analiz ile siyasi falcılığı, gönülde yatan aslan ile öngörüyü birbirine karıştırmamak gerek. Gezi Davası ile başlayalım. Davada beraat kararının nasıl çıktığı üzerine onlarca spekülasyon yapıldı. Gül, hiç de yeni olmayan Gezi hakkındaki beyanını, duruşma günü yayınlanması tercih edilen malum röportajda tekrarlayınca bu bir “işaret” olarak algılandı. Batı kaynaklarının beraat kararını sevinçle karşılaması da aynı senaryonun bir parçası olarak değerlendirildi. Buna göre ya Gül kanadı kritik davaya müdahale edecekti ya da Rusya ile bozuşan, Babacan-Gül çıkışından çekinen iktidar Atlantikçi olmaya karar verecekti. Halbuki birkaç saat içinde Kavala hakkında yeni gözaltı kararı çıktı; HSK, beraat kararı veren heyet için soruşturma izni verdi.

Gül’ün Gezi davasına müdahale edecek gücünün de arzusunun da olmadığı malumdu. Hem yöntem açısından Erdoğan’dan farklılaşsa dahi Gül de o günlerde Gezi’nin büyümesinden korkmuştu. Hukuk devleti çökerken cumhurbaşkanıydı, iflas ettiğini söylediği Siyasal İslam’ın ise bu topraklardaki hikayesinin parçasıydı. Bununla birlikte 2014’ten bu yana sessiz kalmayı tercih eden Gül’ün konuşması iktidarın krizinin derinleştiğine dair bir başka gösterge. Gül, Erdoğan’ın zayıflamasının geri dönülemez bir süreç olduğunu düşünmese hayatta konuşmazdı.

Gezi davasındaki beraat kararı sonrasında “bağımsız Türk yargısı” güzellemesi yapanlar fena halde yanılıyordu. Gezi davası gibi bir davada Saray’dan habersiz bir kararın çıkması mümkün değildi. Dava nicedir zaten Kavala ile kişisel bir hesaplaşmanın aracına dönüşmüştü. O hesaplaşma şimdi başka bir “dosya” ile devam ediyor, tıpkı Demirtaş örneğinde olduğu gibi. Bu anlamda Erdoğan şimdilik hedefine ulaştı. Hasımlarını AİHM kararlarını boşa düşürecek metotlar icat ederek içeride tutabildiğini gösterdi.

Ancak siyaseten asıl önemli olan iktidarın devletin tüm araçlarını kullanmasına rağmen Gezi davasından beklediği sonucu elde edememesiydi. Saray’ın Gezi için mahkûmiyet kararı çıkarması kendisine zerre kadar fayda sağlamayacaktı. Çünkü dava ne seçmen konsolidasyonuna hizmet etti ne de gündem değiştirmeye. Üstelik karar sonrasında bir kez daha ortaya çıktı ki ülkenin tümüne yayılmış, milyonlarca katılımcısı olan bir eylemi birkaç kişiyi mahkûm ederek cezalandırmak imkânsızdı. Nitekim Gezi’ye katılanlar bunca yıldır “oradaydık” deme cesaretini güçlü bir biçimde koruyor. O cesareti Hayır kampanyasında da yerel seçimlerde de gösterdiler. Esas başarı budur. Bu başarı nedeniyle Meclis’teki muhalefet, Gezi’yi ve davayı sahiplenmekten geri adım atamadı. Yoksa onu da pek güzel laiklik gibi feda edebilirdi.

Gelelim Atlantikçilikten “demokrasi” ummaya. İktidarın İdlib krizi nedeniyle Rusya ile arasının açılması ve Batı’nın bunu değerlendirmek istemesi, acaba rota yeniden Atlantikçiliğe mi çevrildi sorusunu beraberinde getiriyor. Ancak unutulan önemli bir nokta var. Saray rejiminin, gemisini su üstünde tutmak dışında bir stratejisi, siyasal İslam dışında bir ideolojisi, faşist milliyetçilikten medet ummaktan başka çaresi yok. Avrasyacılık da Atlantikçilik de büyüklere masallardan ibaret. Nitekim dün S400 alımından zafer çıkaranlar şimdi NATO’dan destek, ABD’den Patriot dileniyor.

Rejimin devamı için yapılanlar ülkeyi uçuruma sürüklemeye devam ediyor. ABD ya da Rusya ile savaşa girmedik ama TSK bugün Suriye ve Libya ordusu ile savaş halinde. Toprağa düşen gençlerin ne uğruna hayatlarını kaybettiğini bilen yok. Erdoğan sınır ötesi askeri harekâtları her ne kadar “İstiklal Harbi”ne benzetse de tanık olduğumuz trajedinin vatan savunmasıyla ilgisini kurmak bir hayli zor. Libya’da İhvancı yönetimi desteklemek için seferber olmak ya da İdlib’de “ılımlı İslamcıları” korumak bu ülkenin yurttaşlarının sorumluluğu değil.

İçeride yargı sopası dışarıda salt askeri güç ile dümende kalmak, bile bile gemiyi karaya oturtmak demek. Çıkış ne Washington’da ne Brüksel’de ne de Moskova’da… Çıkış Saray rejiminden kurtulmakta.