Geçen yılın Altın Portakal’ının üzerine bu yıl İstanbul Film Festivali’ndeki filmlere baktığımızda toplumsal ruh halimizin tasvirini görüyoruz. Filmlerin farklı analizleri ve çıkış reçeteleri var.

Çıkışsızlığın tasviri

Murat Tırpan

Türkiye sineması ilginç bir seyir izliyor. 2020 Antalya Altın Portakal’ı değerlendirirken yazdığım temaların aynen sürdüğünü bu yılki İKSV Ulusal Yarışma’da da gördük. Orada yepyeni ülke sinemamızın artık distopik bir tona büründüğünü yazmış, bu “dispotik ton” lafını da bir çıkışsızlığın filmlere yansımasını anlatabilmek için kullanmıştım. İstanbul Film Festivali merakla beklenen ulusal yarışma ile gösterimlerini bitirip ödülleri dağıttığına göre şimdi de burada uzun metrajlara bu temanın sürüp sürmediği açısından bakabiliriz.

Bu yıl da elbette ebedi derdimiz anne ve babayla hesaplaşmayı ana meselesi yapan filmlerle karşılaştık, Yeniden Leyla, Af, Dirlik Düzenlik gibi böyle filmler bir yana, öte yandan ülkemizin zeitgeist*’inin sinemada son sürat devam ettiğini ileri sürebiliriz.

Bu çıkışsızlık ve distopya tonu üç tematik aks üzerinde ilerliyor: Ataerkil tahakküm, borçlu olma hali ve kentsel dönüşüm ızdırabı. Bu eğilim elbette anlaşılabilir, distopik evrenlerin sinemamızda sık görülmeye başlanması ülkenin içinde bulunduğu umutsuzluk haliyle, boğuştuğumuz sorunlarla çok yakından ilişkili. Azra Deniz Okyay’ın Hayaletler’indeki ya da Sen Ben Lenin’deki dünya arasında fark varmış gibi görünse de yok, ikisi de bu çıkışsızlığın farklı tasvirleri aslında.

Öte yandan bu teşhiste bir sorun yok, zaten bu dertleri bizzat fiilen yaşıyoruz, ilginç olan filmlerin getirdiği kurtuluş reçeteleri... Bu üç meseleye filmler farklı bakışlar ve daha önemlisi çözümler getiriyor. Bana kalırsa İnsanlar İkiye Ayrılır filminin açık seçik dile getirdiği “ya avcı olacaksın ya da av” vurgusu çok önemli. Borçlu, özgürlüklerinden yoksun, ataerkil tahakküme boyun eğmek zorunda kalmış ve umutsuz insanların bir avcıya dönüşerek kendilerini kurtarmaları mümkün elbet. Çevremizde de sık sık bu tür insanları görmekteyiz. Bu yılki festivalde Tunç Şahin’in filminin yanına yine av-avcı meselesini odağa alan Emre Akay’ın Av’ı da eklendiğinde pek de şaşırmadık. Fikret Reyhan’ın Çatlak’ı gibi filmlerse (ben buna geçen yılın Kumbara filmini de ekleyebilirim) daha zor bir iş yaparak, borç ödeyememenin hatta isteyememenin çaresizliğine eğiliyor ve son noktada bizleri o asla ödenemeyecek borçla ortada bırakıyor. Burada avcı olmak cinsinden bir çözüm yok, bir kabullenme, bir halı altına süpürme var. Bir taraf türlü borçlarla yaşamayı öğrenmiş diğer tarafsa verdiği borcu alamayacağını kabullenmiş halde.

Öte yandan bu yılın önemli filmlerinden Tufan Taştan’ın Sen Ben Lenin’i, Tayfun Pirselimoğlu’nun Yol Kenarı’na benzeyen kasvetli bir atmosferden, bir mikro evrenden başka bir çözüm çıkarıyor: Lenin’i kurtarmak. Daha önce Azra Deniz Okyay’ın kurtuluş için “bir hayalete dönüşmek” önerisini övmüştük, ayrıca bu yılın Cemil Şov’unda da buna benzer tonlar mevcuttu. Ama Sen Ben Lenin daha net bir şekilde solu işaret ediyor, bu lanet, bu baskıcı, bu rahatsız edici ruh halinden kurtulabilmenin yolunun Lenin’i kurtarmaktan geçtiğini söylüyor.

Kendi içimize dönüp sorunların üstünü örtmek, bir avcıya dönüşüp kendimizi kurtarmaya çalışmak, bir gece hayaletine dönüşüp direnmek ya da Lenin’i geri çağırmak. Bakalım bu yol nereye evrilecek? Sinemamızın “ne yapmalı?” önerilerini izlemek ilginç olacak.

Zeitgeist: Bir çağın düşünce ve duygu biçimi.

Ne yapmalı?

***

Borcunu ödeme, hatta sen de dolandır: İnsanlar İkiye Ayrılır

İnsanlar ikiye ayrılır, avcılar ve avlar; zenginler ve yoksullar; alacaklılar ve borçlular... Film sömürülen, borçlu kahramanlarının av olmaktan avcı olmaya geçişini anlatıyor hatta öneriyor. “Düzenin yöntemini kullanarak onu sömürmeyi öğren” öğüdü bu. Hikâyesi itibariyle yeni bir film, öte yandan önerisi pek de yabancı olmadığımız “herkes kendini kurtarsın” şeklinde. Sorunlu, tartışmalı bir öneri ama izleyici için empati kurması kolay çekici bir hikâye.

cikissizligin-tasviri-902641-1.
Çatlak

Borçla yaşamayı öğren: Çatlak

Fikret Reyhan’ın filmi gayet başarılı bir şekilde borcunu reddetmeyen ama ödemeyen bir aileyi resmediyor. Ayrıca borcunu isteyemeyecek kadar çekingen bir genci de. Kaçak katlarla sürekli borç alarak büyüyen bir ülkenin metaforu bu aile. Birbirlerine düşecekler ama kol kırılır yen içinde kalır misali meseleyi halledecek daha doğrusu öylece ortada bırakacaklar. Birçoğumuzun yaptığı gibi. Tanıdık ve çaresiz bir ruh halinin iyi oyunculuklarla taçlanmış başarılı bir tasviri.

***

Umut Lenin’de: Sen Ben Lenin

Tufan Taştan’ın bir kasabanın kıyısına vuran eski bir Lenin heykelinin aranmasını anlatan polisiye-distopya ve kara film arasında gidip gelen işinin atmosferi kasvetli, biraz fantastik ve tuhaf. Bilerek zaman ve mekânda belirsizlikler bırakan filmde anlatılan aslında açıkça bizim hikâyemiz. Herkesin derdi farklı, uyanıklar ya da bezmişler var filmde, toplumla ya da koltukla derdi olanlar da. Film Lenin metaforu (metafor mu?) ile çözüm olarak solu işaret ediyor, toplumsal ilişkilerin hatta aşkın arasına Lenin’i geri getiriyor. Müthiş bir oyuncu kadrosu eşliğinde konuşmayı unuttuğumuz bir çözüme dair zaman zaman sert, bazen fantastik, bazense esprili bir çağrı.